İKİ EV: Hangisini Seçiyorsunuz?
- Bu konu 1 izleyen ve 1 yanıt içeriyor.
-
YazarYazılar
-
18. Ekim 2008: 12:44 #25702AnonimPasif
Dün okuduğum, gerçekten çok sevdiğim, Türkçede’ki akıcılığı çok iyi olan, cennet ve cehennem hakkındaki bir yazıyı paylaşmak istiyorum.
İKİ EV: Hangisini Seçiyorsun?
Birinci Ev!
Tanrı adil olanı yapacak…. Bütün bunlar, Rab İsa alev alev yanan ateş içinde güçlü melekleriyle gökten gelip göründüğü zaman olacak. Rabb’imiz İsa, Tanrı’yı tanımayanları ve kendisiyle ilgili müjdeye uymayanları cezalandıracak. Böyleleri O’nun varlığından ve gücünün yüceliğinden uzak kalarak sonsuza dek mahvolma cezasına çarptırılacaklar (2.Selanik. 1: 6-9).
Gözlerini açtı… İlk gördüğü şey, görememek oldu. Çünkü her taraf o kadar karanlıktı ki! Şaşkın şaşkın etrafında bir şeyler görmeye çalıştı ama nafile. Gözlerini karanlığa alıştırmaya çalışıyordu. Bir kaç kere sıkıca kapayıp açtı ancak zifiri karanlık hala devam ediyordu. Zaman geçiyordu. Aslında zaman var mıydı ondan bile emin değildi. Bir türlü gözlerini karanlığa alıştıramıyordu. Işık aradı. Tek bir ışık. Bir delikten sızan küçük bir parıltıya bile razıydı. Etrafına bakınmanın saçma olduğunu biliyordu ama yine de etrafında şöyle bir döndü. Elleriyle etrafı yoklamaya çalıştı. Elleri her defasında boşa gidiyordu.
Tek hissedebildiği şey tuhaf ve pis bir kokuydu. Havada baskın ağır bir kükürt kokusu gittikçe yoğunlaşan bir şekilde dağılıyordu. Boğulacağını sandı bir an ama olmadı. Hala nefes alıyordu. Ama her nefes alışı ona bir ıstırap oluyordu. Her defasında çektiği hava ciğerlerine pis kokuyla birlikte doluyor, midesini bulandırıyordu. Bitsin diye düşündü ama bitmiyordu bir türlü. Temiz hava aradı. Telaşla karanlıkta ilerledi. Temiz hava almalıyım diye söylendi. Sağa sola dönüyor bir duvar bir delik dokunabileceği kaçabileceği bir şey arıyordu. Uzunca bir süre sonra bundan vazgeçti. Yere çömeldi. Yavaş yavaş kendi çaresizliğinin farkına varmaya başlıyordu. Nerede olduğunu biliyordu ama kendine itiraf edemiyordu. İçinde bir kızgınlık ateşi yavaş yavaş kabarıyordu. Belki siz pişmanlık duymasını bekliyordunuz ama burada pişmanlık yoktur. “Cehennem” diye fısıldadı. Sonunda kendini burada bulmuştu işte. Anlatılanlar gibi değildi.
Oysa dünyadaki evi ne kadar güzeldi. Boğazın en güzel kıyısında iki katlı muhteşem bir villası vardı. Onu herkese göstermek için can atardı. Herkesin hayallerini kurduğu evi o satın almıştı. Bu evin parası için neler yapmıştı. Çalıştığı şirketin kasasından kimsenin bilmediği bir para her ay onun cebine giriyor böylece evin taksitlerini ödeyebiliyordu. Canım zaten o parayı hak etmişti. Maaşını hakkettiğinden daha fazla çalışıyordu. Bu yüzden bu aldığı para hırsızlık sayılmazdı. Mantığı ona bunları söylüyordu. Evine baktıkça da bunun kötülüğünü unutup gidiyordu. Yüzme havuzlu, bahçesi kocaman bir evdi. İçi en güzel antikalarla döşenmiş eşyalarla doluydu.
Şimdi ise burada evinden çok uzaktaydı. Aslında fark etti ki burası onun gerçek eviydi. Anılarında bir dost meclisine gitti. Bir içki sofrasında sabaha karşı keyifleri yerindeydi. Sohbeti iyice koyulaşmış, memleket meselelerine el atmış sonunda konu dönüp dolaşıp dini işlere gelmişti. Kimin daha dindar olduğunu tartışıyorlardı. Birisi “ her şey kalpte mirim” dedi. “Allah varmış yokmuş kimin umurunda, senin yüreğin temizse gerisini boş ver” Bir tanesi de “Cennette, cehennemde işte bu dünya” diye bilmiş bilmiş konuştu. “Senin durumun iyiyse cennettesin, değilse ondan iyi cehennem mi olurmuş” bir de arkasından kahkaha patlattı. Bu sefer bizimki bu sohbetlerde en çok kullanılan şakayı yaptı “Kardeşim, bütün şarkıcılar, artistler cehennemde. Bütün arkadaşlarım, hatta siz bile orada olacaksınız. Ben cennette sıkıntıdan patlarım. Ne yapayım ben cenneti en iyi yer yine cehennem” dedi. Arkadaşları bu espriyi onlarca kez duydukları halde katıla katıla güldüler.
Şimdi bu karanlık pis kokulu yerde öyle yalnızdı ki. Ne artistler ne şarkıcılar ne de dostları. Hiç biri yanında değildi. Birden aklına bir şey gelmiş gibi ayağa fırladı. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı “Heeey! Kimse yok mu?” Sesi yankılanmadı bile. Karanlığın içinde boğuldu gitti. Bir süre cevap bekledi. Hiç kimse yanıt vermedi. Bir daha bağırdı. Bir daha bir daha. Ama bir türlü yanıt gelmiyordu. Kızgınlığı yavaş yavaş artıyordu. Küstahça omuz silkti. Dünyadayken de oldukça küstahtı. Kazandığı para ve çevresi ona büyük gurur kazandırmıştı. Bu güne kadar hiç kimseye ihtiyaç duymamıştı. Şimdide kimseye ihtiyacı yoktu.
Sıcak boğucu kükürt kokulu bu yerde ne parası ne işi ne de kariyeri işe yarıyordu. Yavaş yavaş sıcaklıkta artıyor muydu ne? Anlatılanlar doğru muydu? Burada bir ateş gölü var mıydı acaba? Bunun artık bir önemi yoktu ki. O aslında önceleri cehennem diye bir yere de inanmıyordu. Beden zamanı gelince ölecek ve toprağa karışacaktı. Yani gerisi yoktu. Bunun böyle olmadığını şimdi kavrıyordu. Ölümden sonra bir yer varmış diye düşündü. Ama buraya ben neden geldim ki? Dünyada kötü bir insan mıydım? Hayır. İyiliklerim çoktu diye gururlandı. Kaç kişiye yardım etmiş- fakir fukaraya yiyecek içecek dağıtmıştı. Bunların hiç önemi yok muydu? Demek yokmuş. Hani bir terazi olması gerekiyordu ya o neredeydi? İyiliklerimle kötülüklerimi tartacak. Yoktu işte. Olsaydı iyilikleri kesinlikle ağır gelir böylece direk cennete gidebilirdi.
Böyle düşünürken kolunda bir acı duydu.. Kolunda küçük bir yara açılmıştı. Ama yine de büyük bir acı veriyordu. Bir şeyle sarayım dedi. Bu sefer ayağında da aynı acıyı hissetti. Giderek bütün vücuduna yayıldı. Her tarafında dayanılmaz acılar duyuyor ne yapacağını şaşırmış bir halde kıvranıyordu. Zorla ayağa kalktı. Hiç bir şey cehenneme gelmeme engel olmadı peki nasıl cennete gidebilirdim? O an yine anılarına döndü,Vapurda karşıya geçiyordu. Yanında genç bir adam bir kitap okuyordu. Merak etti, eğilip başlığına baktı. Başlığı görünce içinden güldü. “Yine bu acayip dindarlardan biri” diye içinden alay etti. Çünkü genç adamın okuduğu kitap İncil’di. Ona bakıp güldüğünü fark eden genç ona dönüp İncil’i göstererek “Hiç okudunuz mu?” diye sordu. Aynı küstah tavırla bizimki “Hayır gerek duymadım” dedi. Genç bu alaylardan etkilenmeyerek “O zaman Tanrı’yı nasıl tanıyabiliyorsunuz beyefendi” dedi. Aynı alaycı tavırla “Tanrı var mı ki ben onu tanıyayım” Ardından en bilgiç ve babacan tavrını takınıp gence doğru eğildi ve devam etti “Ben size bir şey söyleyeyim mi genç adam, Sizde böyle şeylerle uğraşmasanız iyi olur. Bunlar boşa zaman kaybı. Sizi kandırıyorlar. Önemli olan bu dünya gerisi hikaye dedi” Onu bu etkileyici sözlerle ikna ettiğine emin olarak doğruldu. Genç adam gülümsedi “Beyefendi” dedi. “Bir gün her şey açıklığa kavuşacaktır. Tanrı’nın varlığını reddeden siz bir gün onu görmek için yanıp tutuşacaksınız. Lütfen o gün gelmeden Tanrı’ya dönün. Ve sizi günahlarınızdan kurtarıp sonsuz yaşam verme gücüne sahip olanı tanıyın” dedi. Bizimki afallamıştı. Bu kadar kesin konuşması onu etkilemişti ama içindeki gurur yine kabarıp “Olabilir, olabilir” deyip kestirip attı. O günden sonra da bu konuyu düşünmemeye çalıştı. Böyle şeyler ona göre değildi ki. Bir kere çok işi vardı. Tanrı’ya zaman ayıracak kadar boş zamanı olmuyordu. Nasıl olsa yaşlanınca bir şeyler yapardı. Ama ya yaşlanmadan ölürse… Bu soru kafasına takıldı? Aman canım. Nereden karşılaşmıştı şu adamla. Hava güzel, yaşamak güzeldi. Karanlık, sıcak, boğucu bu yerde ve acılar içinde kıvranırken hayatın güzelliğini şu an düşünecek durumda değildi. Kolundaki yara sanki geçer gibi oluyordu. Ama hayır işte tekrar başladı.
Birden aklına bir şey geldi. Bu acılar bir zaman sonra bitecekti. Bunu düşününce biraz ümitlendi. Kıpırdadı, ayağa kalktı. Bitecek, bitecek diye kendi kendini telkin ediyordu. Hani insanlar cehennemde biraz yandıktan sonra yine cennete gitmeyecekler miydi? Tabii ya. Böyle söylendiğini de duymuştu. Biraz beklesin bunlar geçecekti. Küstah karakteri yeniden hortladı. Bütün bunlar zaten onun başına gelemezdi ki. Öfke ile kabaran bütün benliği küfür etmek oraya buraya vurup kırmak istiyordu. Yani dünyada ne kadar kötü hali varsa burada iki katına çıkmıştı sanki. Bu düşünceler onu o kadar sarıp sarmalamıştı ki giderek içinin karardığını kötülüğünün son safhasına geldiğini gözle bile görebilirdiniz. Pişmanlığı mı, tövbe yi mi arıyorsunuz? Boşuna. Çünkü günahının içinde çırpınmaya mahkum bir adamdı o artık.
Anılarında tekrar onu etkileyen bir olaya döndü. Soğuk bir kış günü şehrin en işlek caddesinde yürüyordu. Birden birisi ona küçük bir kitapçık uzattı. İsteksizce aldı cebine koydu. İşyerine vardığında yine kendini işe verdi. Öğlen yemeği sırasında yemeğini beklerken ona verilen o kitapçığı eline aldı. Okumaya başladı. Yine şu dindar palavralardan biriydi işte. Başlığı: “Kurtulmak ister misiniz?” di. Güldü. Ne kurtulması. Kitapçık onun günahkar olduğunu ve bu günahlarıyla Tanrı’nın yanına gidemeyeceğini anlatıyordu. Hadi canım diye düşündü. Peki nasıl gidebilirim ki. İsa Mesih diye biri vardı. O Tanrı’nın oğluydu ve o günahlarımız için çarmıhta ölmüş ve dirilmişti. Ona iman edersen Tanrı’nın yanına gidebilecektin. Bu kadar basit mi? yani. Ben o kadar çok iyilik yapıyorum her şeyi yapıyorum sonra Tanrı (tabii varsa) beni cennetine almıyor da İsa Mesih’e 2000 yıl önce yaşamış ve ölmüş hatta dirildiğini iddia eden birine iman edeni cennetine alacaktı. Kitapçığı işine dönerken çöpe attı. Bunlar saçmalıktı ona göre.
Bunu hatırlayınca biraz irkildi. Sanırım doğruydu diye düşündü. Acıları artarken kendini telkine devam etmeye zorladı kendini. Bitecek. Bitecek hala böyle söylenip duruyordu. Ama o da ne birden önünde bir sinema perdesi gibi bir şey açıldı. Hayal meyal bazı görüntüler gördü. Eyvah işte korktuğu başına gelmişti. Gördüğü şeyler onun içindeki bütün öfke, kin, gurur, küstahlık, duygularını kabarttı. Sahnede bir taht ve onu üstünde Tanrı vardı. Yanında ellerinde çivi izleri olan biri daha. Milyonlarca beyaz giyinmiş insan meleklerle birlikte onun önünde yere diz çökmüş ilahiler söylüyordu. Sahne geldiği gibi birdenbire yok oldu. Elleriyle yüzünü örttü. Keşke görmeseydim, gözlerim kör olsaydı da bunu görmeseydim. Ağlamak istedi ağlayamadı. Boğuk, sıkıcı hava kükürt kokusu ciğerlerine dolarken sıcak gittikçe de artıyordu. Ölmeliyim dedi içinden. Ama ölemiyordu işte. Yaraları iyileşmeye başladıkça yeniden azıyordu. En kötüsü mü neydi. O gördüğü sahne en son damgayı vurmuştu. Yalnızdı ve Tanrı onun yanında değildi. Tanrı,Tanrı, Tanrı diye söylendi. O yok. Ne dün vardı ne bu gün var ne de yarın olacaktı. Dünyada onu istememişti ya işte şimdi Tanrı bu isteğini yerine getiriyor. Cehennemde onu en çok sevdiği yani kendi ve günahlarıyla yalnız bırakıyordu.
Sonunda dayanamadı. Bağırmaya başladı “Ne zamana dek sürecek bu? Ne zaman dek? Karanlıkta kimseden bir cevap bulamadı. Ama içinden bir ses o çok iyi bildiği gerçeği aklına getirdi oradan dudaklarına geldi ve karanlık sessizliğin içinde sesi boğuldu gitti; Sonsuza dek, sonsuza dek.
(NOT: Yazının “İkinci Ev” başlıklı devamı vardır. Yazı karakter sınırını aştığından dolayı “İkinci Ev” bölümünü yayınlayamıyorum. Siz konuyu onayladıktan sonra, konuya cevap olarak “İkinci Ev”ide yazarım.)18. Ekim 2008: 13:58 #31331AnonimPasifİkinci Ev!
Tahttan yükselen gür bir sesin şöyle dediğini işittim. “ İşte Tanrı’nın konutu insanların arasındadır. Tanrı onların arasında yaşayacak. Onlar onun halkı olacaklar. Tanrı’nın kendisi de onların arasında bulunacak. Onların gözlerinden bütün yaşları silecek. Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas, ne ağlayış, n de ıstırap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalkmıştır. Esinleme 21: 3-4
Gözlerini açtı… İlk gördüğü şey ışıktı. Bu ışık yüzünden gözleri kamaşmıştı. Alışmak için bir kaç kez sıkıca gözlerini açıp kapattı. Sonunda iyice alıştı. Etrafına bakındı. Gördüğü güzellik karşısında adeta soluğu kesilmişti. Bir anda gördüğü bu manzarayı içine sindire sindire tek tek her parçaya tekrar baktı.Karşısında büyük bir taht vardı. Çevresi o kadar kalabalıktı ki henüz bir şey göremedi. Ama oradan yükselen ışığın bulunduğu yerin aydınlanma kaynağı olduğunu gördü. Tahtın üstünde bir takım kanatlı yaratıklar yükselip iniyordu. Korku mu içinde hissettiği şey korku değildi. Böyle bir hissin artık içinden kaybolup gittiğini hayretle fark etti. Orya bakmaktan kendini alamadığı halde merakla etrafına göz gezdirdi. Bastığı yer altındandı. O kadar güzel parlıyordu ki dünyada olsa eline almaya bile kıyamazdı. Şimdiyse üstünde geziniyordu.
Burası bir şehri andırıyordu. Ama aydınlık bir şehir. Burayı aydınlatan şeyin ne olduğunu düşündü. Güneşi aradı gözleri. Öyle bir şey yoktu ki. Işığın kaynağı tahttı. Aslında orada oturandı. Sütunlar değerli taşlarla süslü süt beyazı mermerlerden yapılmışlardı. Ne kadar değerli şey varsa gözlerini çevirdiği her yerde onları görebiliyordu.
Birden anılarına döndü, Yaşadığı ev gözlerinin önüne geldi. Buna ev demek bile iltifat sayılırdı. Dış yüzeyi zaten iyice dökülüyordu. Ama içi daha da acınacak bir haldeydi. Yerin tahtalarına bastıkça göçecek diye ödü kopardı. Zaten çoğu yer deldik deşik hale gelmiş fareler buralarda çoğu zaman oyun oynar olmuşlardı. Çoluk çocuk kış geceleri birbirlerine sokulur böylece titremelerini biraz olsun dindirebilirlerdi. Çalıştığı yerdeki para ancak bu kadardı. İyi bir işe girebilirdi ama ne yazık ki girdiği yerler ya o İsa’ya inanıyor diye bir an evvel işten atıyorlar ya da girdiği yer İsa’nın istemediği bir şekilde iş yaptığı için kendisi çıkmak zorunda kalıyordu.
İşte şimdi en güzel evdeydi. Gülümsedi. Tahttaki ışık bile onun bütün acılarını unutturacak güçteydi.
Çevresindeki kalabalığı yeni yeni fark ediyordu. Hepsi kendi gibi bembeyaz keten giysiler giymişler yüzlerinde sevinç ışıklarıyla oradan oraya koşuyorlardı. Bir gurup insan altından koca caddede hiç duymadığı bir ezgiyle Tanrı’yı yüceltiyorlar ve de dans ediyorlardı. İçinden onlara katılmak geldi. Onlara doğru ilerlerken birden gördüğü şey onu sevince boğdu. İşte yıllar önce kaybettiği karısı bir sütunun dibinde ona bakıyor ve gülümsüyordu. Fakirlikten yeterli derecede tedavi görmemiş olan zavallı kadın ölüme teslim olmuştu. Onu son gördüğünde teni bembeyaz yüzü ise zayıf ve kemikliydi. Gözlerinin altı morarmış zorla konuşuyordu. Oysa şimdi gençlik günlerindeki haliyle tam karşısındaydı. Bütün hastalığı şifa bulmuş capcanlı pembe bir yüzle ona doğru ilerliyordu. O da ona doğru gitti ve sımsıkı sarıldı. Konuşamıyordu bile. Karısı dedi; Beni gördüğüne bu kadar sevindiğine göre O’nu ve kuzuyu görünce kim bilir ne kadar sevineceksin. Haklı olduğunu düşündü.
Caddede tahta doğru birlikte ilerlemeye başladılar. Tatlı yumuşak bir su sesi birden kulaklarını okşadı. Yan tarafına bakınca bütün şehrin ortasından bir ırmağın akıp gittiğini gördü. Bu güne kadar gördüğü en berrak suydu. Diri su kaynağı bu olmalı dedi. Bakılışı bile insanın içine esenlik veren bir güzellikteydi. Pek çok kişi ırmağın yanında oturmuş ağaçların çeşit çeşit meyvelerinden yiyorlardı. Ağaçların canlı, yeşil ve gür dalları göğe doğru uzanıyordu. Ama bir tanesi vardı ki o hepsinden daha güzeldi. Her dalında yeryüzünün en güzel meyveleri en olgun halleriyle yetişmişti. Bu meyvelerden çıkan hoş kokular etrafı dolduruyordu. Etrafına her ulustan insan toplanmış meyvelerinden yiyorlardı. Siyahı beyazı sarısı kızılı her dilden her ırktan insan birbirlerine sarılmış ilahiler söylüyorlardı. Şaşırdı çünkü bu insanların çoğu dünyadayken tarih boyunca savaşmış insanlardı. Şimdi hepsi bu düşmanlıklarına şifa bulmuş birlikte tapınıyorlardı.
Birden arkasında bir ses “Hoşgeldin kardeşim” dedi. Arkasına dönünce birisi ona sıkıca sarıldı. Adamın suratında kocaman bir gülümseme ve minnettarlık vardı. Biraz şaşırarak “Hoşbulduk” dedi. Adam “Tanıyamadın mı” dedi. Biraz hafızsını yokladı sonra “Pek tanıyamadım” dedi. Adam gülerek anlatmaya başladı “ Hani bir gün otobüste sen İncil okuyordun. Ben de senin yanında oturmuştum. Ne okuduğunu merak edip sana sordum. Sen de İncil’i bana verdin biraz da anlattın” Evet şimdi anımsamıştı. Ama onun buraya geleceğini hiç mi hiç tahmin etmemişti.Adam devam etti “ İşte o günden sonra İncil’i okumaya başladım. Bir kaç ay sonra da İsa Mesih’e inandım.” Şimdi de buradayım. Sana teşekkür ederim.” Ne diyeceğini şaşırmıştı. Adam tekrar geldiği gibi sevinçle uzaklaştı. Arkasından bakarken şaşkınlığı sürüyordu.
Anılarında tekrar bir yolculuğa çıktı: Bu sefer çevresinde akrabaları vardı. Ailenin erkekleri bir içki sofrasının etrafında toplanmış sohbet ediyorlardı. O ise onların konuşmalarını dinliyor içinden de dua ediyordu. Sohbetin ilerleyen ve hatta zıvanadan çıktığı bir sırada amca bey ona dönüp “Yahu yeğenim senin hakkında bir şey duydum, doğru mu?” diye sordu. O da sordu “ Ne duydun amca” “ Sen Hıristiyan olmuşsun öyle mi?” Bir an bir sessizlik oldu. O da bütün cesaretini toplayıp cevapladı. “Doğru amca” Etrafta buz gibi bir hava esti. “Nasıl yani şimdi sen bizim dinimizden değil misin?” Amca bey ısrarlıydı. “Hayır “dedi. O zaman eniştelerinden biri atıldı “Kim bilir kim senin kafanı çelmiştir. Üç gün sonra unutursun” Yok, dedi. Kimse kafamı çelmedi. Kendi isteğimle Hıristiyan oldum. Onlara anlatmaya başladı. İs Mesih bizim için öldü ve dirildi. Şimdi yaşıyor. Tek kurtuluş yolu da budur. Sizin iyi işleriniz ibadetlerini Tanı’nın yanına gitmeye yeterli değildir. “ O şurada sözünü kestiler. “ Ya kes tamam. Fazla anlatma. Hadi biz işimize bakalım. Bunlarla uğraşamayız. Hem kimseye de anlatma da ailemizi utanca boğma” Öbürleri de onu tasdik edip arkalarını ona dönüp içmeye devam ettiler. İçinden ağlamak geliyordu. O anda gözyaşlarını tuttu ama o gece uzun uzun onlar için dua edip ağladı. O günden sonra bu konu aile arasında açılmadı ama akrabalardan kimse onunla konuşmaya ya da evine gelmeye tenezzül etmediler.
Şimdi ise hiç tanımadığı bir adama bir İncil verdiği için teşekküre boğuluyordu. Bundan büyük ödül olamazdı. Daha da ilerledi. Görmeyi arzuladığı tek şeyi görmek için artık sabırsızlanıyordu.
Kalabalığı yararak tahta doğru koşar adımlarla gidiyordu. İşte sonunda büyük tahtın üzerinde oturanı gördü. Bu tarif edilmez bir sahneydi. Tanrı şimdi gerçekten halkının arasında oturuyordu. Tanrı insanlarla olmaktan memnun insanlar Tanrı’yla olmaktan daha da büyük sevinç içinde birlikte yaşıyorlardı. Aslında bu sahneden sonra diğer gördüğü şeylerin pek önemi kalmamıştı.
Tanrı kendi sözü uğruna ölenleri ve kendisi için çalışanları yanına çağırıyor onlara taçlar veriyordu. Bu kişiler ise verilenleri tekrar Tanrı’nın ayakları dibine atıyor onun önünde secde kılarak “ Bizler tek isteğimize kavuştuk bunlar sana aittir ya Rab” diyorlardı. Bunlardan şaşkına dönmüştü. Kendisi de farkında olmadan dizleri üzerine çökmüş olanları seyrediyordu. Öyle bir yerdi ki burası ne en uzaktaki kişi uzak ne en yakındaki kişi yakındı. Herkes Tanrı’ya aynı uzaklıkta görülüyordu. İçinde sevinç ve esenlik dalgası büyüdükçe büyüyor tapınmaya hayranlığa ve yücelik vermeye dönüşüyordu. Ağzından farkında olmadan övgü sözleri dökülüyordu.
Birden gözleri tahtın sağında durana çevrildi. İşte orada. Kendisi için ta sonsuzlukta boğazlanan kuzu orada duruyordu. Melekler onun da etrafını çevrelemiş Kuzunun ezgisini söylüyorlardı.
“Boğazlanmış Kuzu, Gücü, Zenginliği, bilgeliği ve kudreti, saygıyı, yüceliği ve övgüyü almaya layıktır.” Diyorlardı.
Kaç gece Kutsal Kitapta elçi Yuhanna’nın onu gördüğü şekilde tarifini gözlerinin önüne getirmiş ve bir gün onu görme hayaliyle yanıp tutuşmuştu. İşte hayallerindekinden daha muhteşem biz manzara karşısındaydı. Giysileri ayağına kadar uzanmış. Göğsüne altın bir kuşak sarınmıştı. Başı ve saçı ak yapağına benzer bir görünüşteydi. Gözleri ise alev alev yanan bir ateş gibi parıldıyordu. Ellerine baktı. İki avucunun tam ortasında çivilerin izleri öylece duruyordu. Ona doğru koştu ve ayaklarına kapandı “Rabbim ve Tanrım” dedi. İsa Mesih ona elini uzattı ve onu adıyla çağırdı. Bu isim dünyada kullandığı isim değildi yepyeni bir isimdi bu ama onu çağırdığını biliyordu. Gözlerini ona doğru kaldırdı. İsa ona sarıldı. Çektiği bütün acılar o anda geçip gitmişti. İsa’nın eline bir şişe vardı “Bak” dedi. “Bu senin çektiğin bütün acılarda döktüğün gözyaşları . İşte hepsini siliyorum.” Böyle diyerek şişedeki gözyaşlarını eline döktü. Döküldüğü anda kayboldu. İşte bütün yaptıklarından sana verdiğimiz ödül dedi. Başına altın bir taç taktılar.
Sevinci binlerce kat artıyordu. Burada sonsuzluk içinde Tanrı’yı övecek ve yüceltecekti. O da diğerleri gibi yaptı. Başındaki tacı çıkarıp Tanrı’nın ayakları dibine attı. “Burada seninleyim Rab” dedi. “Buna ancak sen layıksın” “ Çünkü benim günahlarım için çarmıhta öldün ve dirildin. Bende bunun için yaşıyorum ve işte bu yüzden buradayım. Başka bir şey istemem”.
Sonra başkaları da onun yanına gelerek yeni bir ezgi söylemeye devam başladılar. İçinden bu ne zaman dek sürecek dedi ne zamana dek. Sonunda dudaklarında dökülüverdi “Sonsuza dek, sonsuza dek”…
-
YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.