Thomas Cosmades – ANADOLUNUN EVLATLARI
- Bu konu 1 izleyen ve 0 yanıt içeriyor.
-
YazarYazılar
-
21. Eylül 2010: 15:36 #23992ArmaganAnahtar yöneticiTHOMAS COSMADES: ‘HEP İSTANBULLU KALACAĞIM!’
24 Ocak 2009Thomas CosmadesSiegen şehrinde yaşıyormuş. Beni evine davet etti. Gidip görüştüm. Uzun uzun Anadolu’yu, İstanbul’u anlattı. Dünyayı gezip dolaşmış, çeşitli ülkelerde protestan vaizliği yapmıştı. Dünyaya geniş bir açıdan bakıyor; olayları, tarihi, insanlığı zengin bilgisi ve engin hayat tecrübeleriyle yorumluyor, gelişmeleri açıklıyordu. Türkçesi, düzgün bir İstanbul Türkçesiydi.
Zamanla aramızdaki dostluk gelişti. 29 Nisan 2004’de 80. yaş gününü kutlamıştı. 15 Aralık 2004 günü, hem yaş gününü kutlamak, hem de hayatını konuşmak üzere Siegen’e gittim.
“Ben özbeöz bir Anadolu çocuğuyum. Kendimi böyle adlandırırım. Ben bu toprağın çocuğuyum derim!” sözleriyle başladı hayatını anlatmaya.
“Bizim zamanımızda Türkiye’de bizlere “Ekaliyet” denirdi. Şimdi “azınlık” deniyor. Evet azınlığız, ama hepimiz o toprağın çocuğuyuz gerçekten. Gerek ana, gerek baba tarafım Kapadokya’da doğmuş büyümüş, özbeöz Kapadokyalı insanlardır. Ben de köken olarak Kapadokyalıyım. 29 Nisan 1924’de İstanbul’da doğmuşum. Dünyayı dolaştım. Uzun yıllar Amerika’da, Yunanistan’da, Almanya’da yaşadım. Bana “Nerelisin?” diye sorduklarında, daima “İstanbulluyum!” cevabını verdim. Ben İstanbulluyum, hep İstanbullu kalacağım!
Çocukluğum, gençliğim Üsküdar’da geçti. Biz Kapadokyalıyız. Bununla daima seviniriz, hatta gururlanırız. Çünkü Kapadokya, Küçük Asya’nın, Anadolu’nun seçkin, en güzel bölgelerinden biridir. Atalarım Kayseri’nin Talas denilen çok güzel bir kasabasından İstanbul’a gelmişler. Hem ana, hem de baba tarafından atalarım Kapadokya’da, Talas’da yaşamışlardır. Atalarımın dilleri Türkçe idi. Gerçi biz Rumuz, Yunanlıyız, ama benim atalarım Rumcayı eğri büğrü konuşabiliyorlardı. Asıl konuşma dilleri Türkçe idi. Bu nedenle ben Rumcayı sonradan öğrendim. Anadilim Türkçe idi. Ben Türkçe örf, adet ve geleneklere göre yetişmiş bir çocuğum.
İSTANBUL DEYİNCE…
İstanbul deyince aklıma, çocukluğumun geçtiği Üsküdar İcadiye semtindeki hatıralar geliyor. Benim doğup büyüdüğüm, Kuzguncuk Tepesi’nde, İcadiye’deki evimiz “Kiriya Despina’nın evi diye bilinirdi. “Kiriya” Rumcada “Bayan, hanım” demektir. Despina ise büyükannemin adıydı. Boğaz’a hakim bir yerde, kartal yuvası gibi ahşap bir konaktı. Boğaz, masmavi önümüzden akardı. Boğaz’ın kenarındaki yalılar, saraylar, konaklar inci gibi görülürdü. Çok yerler gördüm. Ama Boğaz gibi güzel bir yer göremedim. Niceler, niceler Boğaz’ın güzelliği konusunda benimle hemfikirdir.TOMA EFENDİ
Annemin babası, aslen Kapadokya’nın Fertek kasabasındanmış. Çok önceleri İstanbul’a gelmiş, sarraflıkta çok başarılı olmuş. Zenginlemiş. Yaşı ilerleyince evlenmeye karar vermiş. O zamanlar soyumuz Ortodoks dininden ayrılarak Amerikalı misyonerlerin Anadolu’da tanıttıkları Protestan inancını benimsemişler. Protestanlar sadece kendi inancında olanlarla evleniyorlarmış. Bu nedenle İstanbul’daki Toma Efendi’de Kapadokyalı bir Protestan kızla evlenmek istemiş. Yayamın erkek kardeşi, ona Talas’daki bir okulda öğretmenlik yapan Despina’yı tavsiye etmiş. Toma Efendi tavsiyeyi kabul etmiş, müstakbel eşini İstanbul’a davet etmiş. Öğretmen Despina, bir tatar kervanıyla Kayseri’den Samsun’a gelmiş. Oradan da vapurla İstanbul’a ulaşmış. Kendisini iskelede Toma Efendi karşılamış. Böyle bir tanışmayla evlenmişler. İki kızları dünyaya gelmiş. Küçük kız Mariya, büyüyünce benim annem olmuş.BABA TARAFIM
Baba tarafından soyum Kapadokyalı’dır. Babamın babasının adı Vasil Ağa imiş. Vasil Ağa da Protestan inancını benimsemiş. O da Kapadokya’nın Talas’ından. Rumların en önemli merkezlerinden birisi olan Kapadokya’da bir gelenek varmış. Kapadokyalılar genç erkeklerini meslek öğrenmek, görgülerini artırmak için İstanbul, İzmir, Trabzon, Adana, Mersin gibi büyük ticaret merkezlerine gönderirlermiş. Oralarda iş yeri açıp varlıklı hale gelenler, döner gelir Kapadokyalı bir kızla evlenirlermiş. Dedem Vasil Ağa da genç yaşında İstanbul’a çalışmaya gelmiş, çeşitli işlerde çalışmış. Okuma imkânı olmamış. Ama öğrenmeye çok meraklıymış. Bir ara Odesa’ya gitmiş, orada çalışmış, Rusça öğrenmiş. Tekrar İstanbul’a dönmüş. Bu arada varlıklı bir Rum aile ile dostluk kurmuş. Bu aile, genç Vasil’i kendi evlâtları gibi bağırlarına basmışlar ve konaklarında hizmetçilik yapan Helena isimli sarışın, mavi gözlü, Rusya’dan gelme, Polonya kökenli bir kızla evlendirmişler. Bu evlilik genç Vasil’e güzel olanaklar sağlamış. Vasil keresteci dükkanı açmış. Zamanla İstanbul’un büyük kereste toptancılarından biri haline gelmiş. Vasil Ağa diye ünlenmiş. Vasil Ağa ile Helena çiftinin altısı erkek biri kız toplam yedi çocukları olmuş. 1892’de ikinci oğul olarak babam Mihail dünyaya gelmiş.
Babam Mihail ile annem Mariya 1922’de evlenmişler. İlk çocukları olarak ben dünyaya gelmişim. Doğum tarihim 29 Nisan 1924.OKUL YILLARIM
Ben Cumhuriyet çocuğuyum. Okul hayatım Atatürk döneminde geçti. Atatürk’ü çok sever ve sayardık. İlkokulu Kuzguncuk Rum İlkokulu’nda bitirdim. Bir yıl Fener Rum Lisesi’ne gittim. Okulumuza “Kırmızı Okul” derlerdi. Fener semtinin çok güzel tarihi bir binasıydı. Bu okulun çok kişi tarafından bilinen bir özelliği, en üstte bir gözlemevi (Observatuvar) olmasıydı. Başlangıç yıllarında okulun sunduğu derslerden biri de bu idi.Rumca’yı okullarda öğrendim. Fener Rum Lisesi’nden Robert Kollej’e geçtim. İngilizceyi burada öğrendim. O yılların çok kaliteli eğitim veren okullarından biriydi. Bu okula gitmiş olmak hayatımda bana çok imkân verdi. Robert Kollej’de okurken Atatürk vefat etmişti. Ben on dört yaşındaydım. Hepimiz için çok üzücü, büyük bir olaydı. Hepimiz cenaze törenine katılmak için Dolmabahçe’ye gitmiştik.
Fakat Robert Koleji bitiremeden 1943 yılında ayrılmak zorunda kaldım. Çünkü, babam tüm kazancını Varlık Vergisi borcunu ödemeye yatırıyordu. Robert Kolej parasını ödeyemez hale geldi. Ben de istemeden, büyük bir keder içinde okul hayatımı yarıda bıraktım, çalışmaya başladım. Balıkpazarı’nda Kayserili bir pastırma tüccarının ticarethanesinde katip oldum. Bu yıllar İkinci Cihan Harbi yıllarıydı.
Okul hayatım, Atatürk reformlarının heyecanı içinde geçti. Tarih derslerimizde hep Osmanlı İmparatorluğu’nun ve padişahların kötülüklerini; yeni kurulan Cumhuriyet’in iyiliklerini öğrenirdik. “Geçmişi kapatalım! Geçmişterki acı olayları unutalım! Yeni bir Cumhuriyet kurduk. Bunu yaşatalım!” anlayışı hakimdi. Ermenilerin, Rumların başına gelenleri konuşmak imkansızdı. Bu konular ne evlerde, ne de okullarda konuşulmazdı; hepsi de tabuydu.KERESTECİLER ÇARŞISI ALEVLER İÇİNDE
Ben çocukluk dünyamın hatıraları arasında hayal meyal hatırlıyorum. Herhalde üç dört yaşlarında olacağım. Yıl 1927 ya da 1928 olabilir. Bir gece annemin, babamın “Keresteciler Çarşısı yanıyormuş! Eyvah! Dükkânımız gitti! Eyvah mahvolduk!” diye bağırışıyla uyanmıştım. Yangının alevleri ta bizim evden görülüyordu. Bu yangın evimizde uzun zaman konuşuldu. Bu nedenle benim hafızamda derin bir iz bırakmış.Eminönü’nden Unkapanı’na doğru uzanan yolun başlangıcı o dönemlerde bambaşka bir durumdaydı. Şimdilerde Yağ İskelesi olarak bilinen yerde çok büyük bir Keresteciler Çarşısı varmış. Bu çarşıda toptan kereste ticareti yapılırmış. O yıllarda binalar genellikle ahşap yapı olarak inşa edildiğinden, kereste ticareti İstanbul’da önemli bir iş alanıymış. Keresteciler Çarşısı’nda dedem Vasil Ağa’nın toptancı dükkanı varmış. Çarşı esnafının hemen hemen tümü Rummuş. Arabalar, hamallar, mavnalar tahta, kereste taşırmış akşamlara kadar.
İşte bu çarşı bir gecede yandı kül oldu. Tüccarlar varlıklarını kaybettiler.
Türk emekçiler de çorbacılarını yitirdiler. “Çorbacı” sözünü bugünün kuşakları bilmez. Rum ve Ermeni tüccarların yanında çalışan taşradan gelme işçiler, hamallar, arabacılar vb kendilerine iş veren bu insanlara “çorbacı” derlerdi. Kendilerine çorbayı sağladıklarından olsa gerek. Emekçilerin çorbacılara bağlılığı, saygısı derindi. Gayrimüslim işadamları da bu Türk çalışanları sever, onlara güvenirdi. Aralarında çok sıcak ve samimi bir iş bağlılığı vardı.DÖNELİM KONUMUZA
Dedem Vasil Ağa, bu durumu hiç düşünmemişti. Ticari hayatı bir gecede yok olmuştu. Çarşıyı kimin yaktığı, yangının nasıl çıktığı bir türlü anlaşılamadı. Dedem bu yangından sonra ticaret hayatını noktaladı. Babam yanan çarşıya yakın bir yerde küçük bir kereste dükkânı açtı. Ailemizin geçimini sağlamaya çalışıyordu. Dedem ise Bakırköy’deki konağını yok pahasına sattı. İstanbul’u bir daha görmemek üzere Galata’dan vapura binip terk etti. Yunanistan’ın Pire şehrinde bir ev satın aldı. Fakat Pire’de huzur bulamadan, İstanbul hasreti içinde iki yıl sonra kalp krizinden ölüverdi.
Babaannem Helena ise, dedemden on yıl sonra, Yunanistan Hitler ordularının işgali altında iken, açlıktan telef olanlar arasına katılmıştı!FUTBOL TAKIMLARI
Genç yıllarımda futbol oynardım. Ama kulüplerde değil, mahalle takımlarında.
İstanbul’da Rumların ve Ermenilerin kendilerine özel futbol takımları vardı. “Pera” adlı futbol takımı, Rumlardan meydana gelirdi. “Şişli” ise Ermenilerin futbol takımı idi. Bu takımlarda çok iyi futbolcular vardı. Pera ve Şişli takımları güçlü takımlar olmalarına rağmen, Türkiye Ligi takımları arasına alınmazlardı. Bu iki takım yılda birkaç kere sadece kendi aralarında oynarlardı. Neden Türk takımlarıyla maç yapmazlardı? Bu bir ayrımcılıktı. Dediklerine göre, memleketi yönetenler Rum ya da Ermeni futbol takımı Türk takımlarından biriyle oynarken olay çıkmasından korkuyorlarmış.ZOR BİR DÖNEM
Atatürk’ün ölümüne yakın yıllarda dünya savaşa doğru gidiyordu. Ben Robert Kolej’de İspanya İçsavaşı’nı takip ederdim. O yıllarda solcuydum. İspanya’da Cunhuriyetçilerin kazanmasını tüm gönlümle istiyordum. Olmadı. Hitler’in yardımıyla, Faşist Franko kuvvetleri, Cumhuriyetçileri yendi. İspanya faşist bir rejim altında karanlık günleri yaşıyordu. Almanya’da ise naziler dünyayı savaşa götürüyordu. Gelişmeleri büyük bir kaygı içinde izliyordum. Atatürk’ün ölümünden sonra, İsmet Paşa cumhurbaşkanı oldu. Böylece İnönü’nün Millî Şef’lik dönemi başladı. İnönü dönemi aşırı milliyetçiliğin, biz azınlıklara karşı sistemli baskı, dışlama ve yok etme uygulamalarının başlangıcı oldu.
1939 yılında 20 tertip, 25-45 yaş arası Hıristiyan erkekleri askere alındı. Amele Taburları’nda çalıştırılmaya başlandı. Olup bitenleri, siyasi gelişmeleri büyük bir korku ve tedirginlik içinde izliyordum. Babam o yıl 47 yaşında olduğundan askere alınmaktan kurtulmuştu. Eğer gitseydi her şeyimizi kaybederdik. Allah’tan iki yaş farktan kurtardı.
Amele Taburları dönemi bitti. Gidenler geri geldi. Bu sefer 1942 yılında Varlık Vergisi belâsı Gayrimüslimlerin başında patladı. Gazeteler Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşları aşağılayan haberlere geniş yer veriyordu. Bunların çoğu yalan ve uydurmaydı.
Gayrimüslim tüccarlara, esnaflara, doktorlara, kısaca azınlıklara büyük miktarlarda vergiler koydular. Birçok insan bütün malını mülkünü satsa bile kendisinden istenen vergi borcunu ödeyemecekti. Ödeyemeyenler vatan haini ilan ediliyor, Aşkale’ye gönderiliyordu.
Babama da çok yüksek vergi konmuştu. Hepimiz korku içindeydik. Evimizi, dükkanımızı satsalar babamın borcunu ödeyemezdik. İşte böyle bir karagünde Maliyede çalışan bir Türk babama yardımcı oldu. Babamın Varlık Vergisi borcunu takside bağladı. Ödeme süresini uzattı. Böylece babam Aşkale’ye gitmekten kurtuldu. Bu da babamın ikinci şansı idi. 1942 kışında, Rusya’nın Almanya’ya karşı üstünlüğü anlaşılınca ve savaşın sonu belli olmaya başlayınca Saraçoğlu Hükümeti’nin siyasetinde yumuşama oldu.Aşkale sürgünleri serbest bırakıldı. Fakat birçok insan sermayesini, malını mülkünü kaybetmişti. Vasil Ağaların malları Hacı Ağaların eline geçmişti! Aşkale’den dönenler ise iyice korkmuş, fakirleşmişti. Türkiye’yi terk etmenin yollarını arıyordu. Artık azınlıklara Türkiye’de güvenli bir gelecek olmadığı anlaşılmıştı.
Alinti: http://www.birgun.net/research_index.php?category_code=1232631036&news_code=1232792501&year=2009&month=01&day=24
-
YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.