Erken Kilise Tarihi
- Bu konu 3 izleyen ve 62 yanıt içeriyor.
-
YazarYazılar
-
26. Nisan 2007: 15:19 #28163AnonimPasif
Kilise tarihinde Büyük İskenderiyeli diye ün yapmış iki parlak zekadan biri Origen diğeri Klement’tir. İkisi de birbirini takip ederek İskenderiye’deki Hıristiyan düşünce okulunun başında yer almışlardır.
Klement’in doğduğu yer kesin olarak bilinmese de Atina’da doğmuş olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü İskenderiye’ye sonradan göç etmiş olduğu bilinmektedir. Pagan bir ailede yetişmiş olduğu kesin olarak bilinse de ne zaman Hıristiyan olduğu da bilinmemektedir. Helenistik kültür ve düşünce yapısı onun daha rahat düşünebileceği bir ortam oluşturmuştur. Farklı felsefe ekollerinin içinde bulunduğu halde özellikle Platon’dan etkilenmiştir. Klement Tanrı’nın İsrail’e Eski Anlaşma’yı, Greklere ise felsefe anlaşmasını verdiğine inanmıştır. Diğer bazı kilise babalarının da söylediği gibi Grek felsefecilerin felsefelerini Tanrı’nın kendisinden aldığını da söylemiştir.
Hıristiyan olmadan önce ya da sonra Roma imparatorluğunun doğusuna birçok seyahatler yapmış ve elçilerin öğretileri hakkında kendisine bilgi verebilecek olanları aramıştır. Bu gezileri sırasında özellikle İskenderiye Hıristiyan düşünce okulunun o günkü önderi Pantaenus, Klement’i çok etkilemiştir. Daha sonra da zaten kendisi bu okulun önderi olmuş ve birçok kitaplar yazmıştır. Hakkındaki bilgilerin birçoğunu da bu eserlere borçluyuz.
Belki de Severus’un zulmünden dolayı 203’ten önce İskenderiye’yi terk etmiş olduğu tahmin edilmektedir. Daha sonra da kutsanmış presbiteros namıyla Yeruşalim ve Antakya’da hizmet ettiği bilinmektedir. Dönemin Yeruşalim gözetmeni övgü dolu sözlerle Klement’in kiliseyi güçlendirip geliştirdiğini anlatmıştır.
Klement’e göre Grek felsefesi Müjde için Tanrı’nın kullandığı bir hazırlıktı ve Tanrı her iyi şeyin kaynağı olduğuna göre felsefenin de, Kutsal Yazılar’ın da kaynağıydı. Hatta Grek filozofların Logos’tan esin aldıklarını ve Musa’dan çok şey öğrendiklerini söylemiştir. İsa Logos’tur, Kutsal Tanrı ve Sözü’dür ve her zaman vardı. O insanlığın rehberi ve her Hıristiyan’ın gerçek eğiticisidir.
Klement ayrıca Logos’un insanlığı kurtarmak için kanını döktüğüne de inanıyordu ama, öte yandan onun gerçek insan yönüne pek değinmiyordu. Sadece öyle görünmeyi seçtiği için Logos’un aramızda bir insan olarak yaşadığını söylemişti.
Klement eğitilmiş bir insanın Mesih’e iman etmesinin mümkün olduğunu, fakat Mesih inancında açıklanmış olanları eğitim görmeden kavramanın imkansız olduğunu savunmuştur. Klement’e göre Tanrı’nın Sözü hem felsefe, hem peygamberler hem de beden alan İsa ile açıklanmıştır. Bu yüzden Klement daha elit bir düşünceye sahipti. Sadece imanla gerçeğe ulaşamayacağını onun ötesine gitmemiz gerektiğini savunmuştur.
Bu bugün bizim için bir sorun yaratabilir. Çünkü bizler Doğrular imanla yaşayacaktır sözüne inanıyoruz. Eğitimin önemli olduğunu bildiğimiz gibi herhangi bir kişinin Kutsal Kitap’ı okuyup gerçeği anlayabileceğine inanıyoruz.
Klement kendilerini Gnostik diye adlandıranları reddetmiş ve Gnostikler’e Hıristiyanların gerçek bilgiye sahip olduklarını söylemiştir. Klement’e göre temel iman Hıristiyanları bir çocuk gibi yönlendirmekte, bir Gnostiğe ise ayetlerin içindeki bilgiyi bulmaya çalışırken iman yetmemektedir. İman bizi çocuk gibi yönlendirmektedir, ama iman ettikten sonra da bunun ötesine gidebilmek için de Yasa’dan geçip felsefe öğrenmek gerekmektedir. İşte ancak o zaman gerçek bilgiye sahip olacaksınız demiştir Klement. Bu alegori bilgisi olmadan Tanrı’yı tam olarak tanıyamayacağımızı vurgulamıştır. Fakat gerçek bir Gnostik Hıristiyan olunabileceğini ileri sürmüştür. Kişinin buna iman yoluyla ulaşabileceğini ve bu sayede de Tanrı’nın karakterini taklit etmeye başlayabileceğini söylemiştir.
26. Nisan 2007: 15:29 #28164AnonimPasifSynod kelimesi Grekçe syn-odos yani aynı yolda ilerlemekten gelmektedir. Benzer şekilde synodoporoi yoldaş anlamına gelmektedir. Kilise kelimeyi herkesin takip edecek yolu anlamında kullanılmıştır. Konsey kelimesi ise Latince’deki concil kelimesinden gelmektedir. Grekçe’de helaein yani anlamı kabul etmektir. Konseyin amacı herkesin kabul edeceği bir formül bulmaktı. Synod, bir anlamda küçük konseydir.
26. Nisan 2007: 15:42 #28165AnonimPasifOrigen öyle sıra dışı ve parlak bir akla sahipti ki öldükten yüz yıl sonra bile Hıristiyanların düşüncelerini canlandırıp şekillendirmeye devam etmiştir. Sonraki nesiller arasında giderek birbirleriyle kopacak kadar tartışan iki kol oluştu. Yaklaşık iki yüz yıl süren bu kavgalı tartışmalar kilisenin o ana kadar gördüğü en ciddi ve acı veren ayrılıklara neden olmuştur. İlginç olan bir noktada bu iki ayrı grubun görüşleri bazen de o kadar karışıyordu ki birbirinden kolay kolay ayırt mümkün olmuyordu. Hatta belki de acı verici ama komik olan ise bu iki grup da görüşlerini Origen’e dayandırıyordu. Daha önce de değindiğimiz gibi Origen’e göre Mesih Tanrı’nın biricik Oğlu’ydu ve Tanrı her zaman Baba olduğu için bir anlık bile Oğulsuz olamazdı. Baba Oğul ile, Oğul da Baba ile sonsuzluktan beri vardır. Baba ve Oğul arasındaki ilişkiyi anlatırken güneş örneğini kullanmıştır. Işık nasıl güneşten çıkıyorsa Oğul’da Baba’dan çıkıyordur. Güneş var olduğundan beri ışık da nasıl varsa Baba var olduğundan beri de Oğul vardır.
Bu iki gruptan bir tanesi vurguyu Mesih’in Tanrı Oğlu, Hikmet ve Tanrı Sözü olduğu ve Tanrı ile beraber hep var olduğu için Ona eşit olması gerektiği yönünde yapmıştır. Ama Origen’in görüşünde Mesih aynı zamanda sanki Tanrı’ya bağlı bir yaratık, Onun sureti olarak da ifade edildiği için Mesih Baba’ya bağlı ve ikinci derecede oluyordu. İşte ikinci grup da bu konu üzerinde yoğunlaşarak Mesih’in Baba’ya olan tabiliğini ön plana çıkarmıştır. Bu görüş Origen’in öğrencisi olan daha sonra da İskenderiye’deki Hıristiyan okulun başındaki gözetmen Dionysius tarafından 250’li yıllarda savunulmuştur. Sorumlu olduğu bölgede Modalistik Monarkianizm ya da diğer adıyla Sabellianizm görüşü rağbet gördüğü için kendi vaazlarında bu görüşe karşı savaşmıştır. Modalistik Monarkianizm, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un aynı varlığın farklı şekilleri olduğuna inanan yanlış bir öğretidir. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Farklı aynı varlığın şekilleri değil, farklı kişiliklerdir. Ama bu savunmayı yaparken de kullandığı sözlerle sanki Baba’nın Oğul’u yaratmış olduğu ve bir zamanlar Oğul’un var olmadığını ima etmişti.
Dionysius’un arkadaşı ve adaşı olan Roma episkoposu Dionysius kendisine yazdığı bir mektupta sözlerini daha dikkatli kullanması konusunda onu uyarmıştı. Roma episkoposu adaş arkadaşına konuşmalarında ayrıca Oğul’un sadece homoiousion yani benzer özde olmadığına ve homoousion yani Baba ile aynı özden olduğuna dikkat çekmesi gerektiğini de yazmıştı. İskenderiyeli Dionysius arkadaşına yazdığı cevabında homoousion yani aynı özde sözcüğünü Kutsal Yazılar’da bulamadığı halde bu fikri paylaştığını belirtmiştir. Bu dönemde henüz gruplar arasındaki cepheler henüz katılaşmamıştı.
İkinci grubunda merkezi Antakya idi. Lucian isimli bir kilise ihtiyarı 312’de imparatorluğun doğusunda zulmün henüz bitmediği yıllarda öldürülmüştür. Bu etkileyici öğretmenin özellikle iki öğrencisi yıllar sonra çok meşhur olacaktı. Biri İskenderiyeli Arius, diğeri ise Nikomediyalı (İzmit) Eusebius’tur. Lucian ciddi bir Kutsal Kitap öğrencisiyken Logos kavramında Tanrı ile Oğul arasındaki ilişkiyi fark etmiştir. Ama bunu dile getirirken, kendisinin bu düşüncelerinden dolayı kısa bir süre sonra iki grubun arasında Arius merkezli bir fırtınanın kopmasına neden olacağını herhalde düşünmemişti. İskenderiye Kilisesi’nde ihtiyar olan Arius etkileyici bir kişiliğe sahipti. Uzun boylu, karizmatik ve yakışıklı yapısıyla girdiği her ortamda dikkat çekiyordu. Aynı zamanda usta bir konuşmacıydı. Arius kendi bedensel isteklerine karşı da çok katı ve dindar birisiydi. Tüm bunlardan dolayı bazı kişiler onun kibirli biri olduğunu düşünmüşlerdi.
Bir süre sonra Arius kendi gözetmeni İskender’e karşı sesini yükseltmeye başlamıştır. Arius’a göre İskender’in görüşleri Modalistik Monarkianizm’den başka bir şey değildi. Ona göre İskender Tanrı her zaman vardır, Oğul her zaman vardır ve Oğul’un bircik olmayan biricik olduğunu öğretmişti. Buna karşın Arius Oğul’un bir başlangıcı olduğunu ama Tanrı’nın başlangıcı olmadığını ve Oğul’un Tanrı’dan bir parça olmadığını da savunmuştur.
Bu iki kilise adamının sözlü kavgası öylesine şiddetlenmişti ki İskender İskenderiye’de genel bir toplantı düzenleyerek Arius ve arkadaşlarını lanetleyip görevden aldırmıştı. Bu olay üzerine Arius Nikomediya episkoposu olmuş sınıf arkadaşı Eusebius’un yanına sığınmıştır. Görüşlerini ise mektuplarla savunmaya ve duyurmaya devam etmiştir. İskender de aynı şekilde mektuplarla olup bitenleri kendi görüşlerine göre bildirme yoluna gitmiştir. Kavga özellikle imparatorluğun doğusunda olduğu için o bölgelerdeki kiliseyi bölmekle bile tehdit etmiştir.
26. Nisan 2007: 15:45 #28166AnonimPasifBu inanışa göre İsa Mesih bakire Meryem tarafından dünyaya getirilmiştir. Ama ayrı bir kişilik değildir. Sadece Tanrı’dan gelen bir güç bulunmaktadır. Tanrı’nın bütünlüğü ve tekliği de bu sayede korunmuştur. Mesih’te bulunan güç hiçbir şekilde ayrı bir kişilik değildir. Bu görüşü savunanların bazıları Adoptionistler yani Evlatlıkçılar olarak tanımlanmışlardır. Çünkü onlara göre İsa Mesih’e Tanrı’nın gücü vaftiz olduğunda verilmişti. Vaftiz sırasında
Anatema, Grekçe bir kelimedir ve Lanet olsun ya da cehennemin dibine anlamına gelmektedir. Pavlus bu kelimeyi Müjde’yi yanlış iletenler ve terk edenler için kullanmaktadır. Kilise de daha sonra bu kelimeyi bir öğreti ve gelenek şeklinde kullanmaya devam etmiştir. Galatyalılar 1:8 İster biz, ister gökten bir melek size bildirdiğimize ters düşen bir müjde bildirirse, lanet olsun ona!26. Nisan 2007: 15:58 #28167AnonimPasifİstanbullu deri tüccarı Theodotus Dynamistik Monarkianizm’i yaklaşık 190 yılında Roma’ya getiren ilk kişi olarak tarihe geçmiştir. Ancak öğretinin en ünlü savunucusu Antakya episkoposu Samsatlı (Adıyaman yakınlarında) Pavlus’tur. Kendisi kilisedeki karşıtları tarafından para sevgisi, gösterişe düşkünlüğü, kadınlarla kurduğu şüpheli ilişkilerle ve konuşmalarından sonra alkış duyma tutkusuyla suçlanmıştır. Bu suçlamaların ne kadar doğru ya da yanlış olduğu bilinmese de Samsatlı Pavlus öğretişlerinde daha çok İsa’nın insan tarafını ön plana çıkarmıştır. Ona göre Tanrı’da Logos ve Hikmet vardı. Ama Logos Tanrı’dan ayrı bir varlık değil, daha çok insandaki akıl ve mantık gibiydi. Bu hikmet peygamberlerde etkin olduysa da en üst seviyede İsa’da bulunmuştur. Samsatlıya göre İsa normal bir insandı ama, doğuştan itibaren günahsızdı. Kutsal Ruh İsa’daydı. İsa’nın Tanrı ile aynı istekte özdeşleşerek katlandığı acı ve eylemlerle Adem’in günahlarını yendiğini söylemiştir. Aynı zamanda İsa’nın bütün bunları yaparken Tanrı ile birlikteliği gelişmiştir.
Arka arkaya toplanan üç synodda, Samsatlı Pavlus’un yaşamı ve öğretileri değerlendirilmişti ve 268’de Antakya’da yapılan üçüncü toplantıda Pavlus’un öğretileri sapkın ilan edilmiştir. Kendisi de kiliseden atılıp görevinden alınmıştır. Ne var ki Pavlus 272’ye kadar episkoposluk görevine ısrarla devam etmiştir. O tarihlerde imparator olan Aurelian onu zorla bu görevinden uzaklaştırmıştır.
Tanrı’nın yapısını özellikle mantıkla kavramaya çalışan Dynamistik Monarkianizm hiçbir zaman geniş taraftar kitlelerine hitap eden bir görüş olamamıştır. Ama onun karşısında Modalistik Monarkianizm hem yaygın hem de popüler bir öğreti olmuştur.
26. Nisan 2007: 16:09 #28168AnonimPasif[5] Millard Erickson. s, 334
26. Nisan 2007: 16:34 #28169AnonimPasif[9] İznik Konseyinde Ne Oldu?
27. Nisan 2007: 7:24 #28170AnonimPasifArius ve onun görüşleri konseyde ret edildiği ve kendisi sürgüne gönderildiği halde sonraki dönemde sözlü tartışmalar devam etmiştir. Arius yanlıları İznik formülüne sadık kalmak isteyenleri Modalizm’i savunmakla suçlamışlardır. İznik İnanç bildirgesi taraftarları ise Ariusçuları Mesih’i ikinci ve alt kademeli bir tanrı yapmakla yargıladılar.
Ariusçular, Mesih’i Monoteist bir sisteme yerleştirmeye çalışıyorlardı. Ariusçular’ın karşısında olan en önemli isim Athanasius’tur. Athanasius’a göre konunun en önemli noktası insanın kurtuluşuydu ve bu da ancak günahın getirdiği ölümlülükten çıkarılıp Tanrısal doğaya ortak olmakla gerçekleşebilirdi. Bunun için de sadece gerçek Tanrı- gerçek insan ile birleşmek gerekiyordu. Athanasius, biz Tanrı olalım diye Mesih insan olmuştur demiştir. Sağlam karakteri ve içten imanı ile derin bir anlayışa sahip olan Athanasius’un katkılarıyla İznik Konseyi’ndeki inanç bildirgesi zafer kazanmıştır.
Henry Chadwick, Erken Kilise isimli kitabında İznik sonrası olayları üç perdeli bir oyuna benzetmektedir. Ona göre, 22 Mayıs 337’de Konstantin’in ölümüyle birinci perde sona ermiştir. İmparatorluğun oğullarının yönetimindeki dönemi ise ikinci perdeyi ve putperest Jullian’ın tahta çıkışıyla başlayıp Teodosius’un 381’de İstanbul’da düzenlediği ikinci ekümenik konseyi içeren zaman dilimi de üçüncü perdeyi oluşturmaktadır. İmparatorların tutumu kiliselerde hangi tarafın kazanacağını çok etkilemiştir.
27. Nisan 2007: 7:26 #28171AnonimPasifKonstantin ölümünden çok kısa bir süre önce 337’de Pentikost gününde Eusebius tarafından vaftiz edilmiştir. Ölmeden önce vaftiz olma geleneği o zamanlar çok yaygındı. Nitekim vaftiz töreninde bütün günahların yıkandığına ve vaftizden sonra işlenen ciddi günahların da bir daha bağışlanmayacağına inanıyorlardı.
27. Nisan 2007: 7:28 #28172AnonimPasifBöylece zorlada olsa dıştan kilisenin birliği sağlanmıştır. Ama acı olan artık Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u tanımlarken homois yani benzer kelimesi kullanılacaktır.
Ariusçular’la çıkan başka bir sorun da kilise – devlet ilişkisi hakkındaydı. Ariusçular, kilise ve devlet işlerinin birlikte yürümesi ve kilisenin de imparatora bağlı olması gerektiğini savunuyorlardı. İznikçiler ise, kilisenin özerk olması gerektiği görüşündeydiler.
27. Nisan 2007: 7:30 #28173AnonimPasifBu konseyde aynı zamanda Kutsal Ruh’un yaratılmadığı ama, Baba ve Oğul ile ayrılmaz olduğu konusunda da fikir birliğine varılmıştır.
27. Nisan 2007: 14:11 #28174AnonimPasifAthanasius ne Latin ne de Grek’ti. Hem kara hem de kısa bir adamdı. Zaten Athanasius’un kelime anlamı kara cücedir. Asil bir sülaleden de gelmiyordu. Mısırlı olduğu sanılmaktadır. Jerome’nin yazılarına göre Athanasius ilk zamanlarında çölde Aziz Antony’e hizmet etmiş ve ondan öğrenmiştir. Zaten sonraki dönemlerinde de ne zaman başı derde girse çöle kaçmış ve orada manastır rahipleri tarafından korunmuştur. Athanasius, çöle gittiğinde onu ne Ariusçular ne de imparatorun askerleri bulabiliyordu.
Bütün bu sürgünlere ve zor hayata rağmen Athanasius birçok kitap yazmıştır. Özellikle Kiliseden Olmayan Dünyaya Karşı ve Sözün Beden Alması Üzerine adındaki iki kitabı en ünlü eserlerindendir. O özellikle İsa Mesih’in kişiliği ve işleri üzerinde durmuştur. Onun teolojisinin temeli Tanrı’nın varlığının insanlar arasında bulunmasıydı. Başka bir deyişle, Logos Mesih’in bedeninde dünyaya gelip insanlar arasında yaşamıştır.
İznik Konseyi’nden sonra İskender çok az yaşadı ve onun ölümüyle boşalan İskenderiye gözetmenliğine 328’de Athanasius seçilmiştir. Bu yıllar Arius’un tekrar İzmitli Eusebius sayesinde özgür olduğu yıllardı. Aslında Athanasius böyle kendini sürekli ortaya atan ve kavga eden biri değildi. O çölde manastırda sakin bir hayat yaşamak istiyordu. Ama Musa gibi Tanrı’ya sadık olabilmek için Athanasius hayatının sonraki dönemlerinde ön saflarda savunma yapak zorunda kalmıştır. Athanasius, Ariusçular için en tehlikeli düşmandı. Bu yüzden de Eusebius başta olmak üzere Ariusçular dedikodular ve yalan suçlamalarla Athanasius’a hayatı zehir etmişlerdir. Athanasius’un bir adamı öldürdüğü ya da Mısır’dan Roma’ya buğday gelmesini engellediği gibi birçok aslı olmayan dedikodular sonucunda Athanasius beş kere sürgüne gönderilmiştir. Athanasius bütün bu yaşadıklarına ve hatta bazı zamanlarda Arianizm kazanıyor gibi görünmelerine rağmen hiç pes etmemiş, hayatının sonuna kadar savaşmaya ve savunmaya devam etmiştir.
27. Nisan 2007: 14:14 #28175AnonimPasifNazianuslu Gregor (330-389)
Nazianuslu Gregor’un Niğde’nin merkez ilçesi Çiftlik bucağına yakın Bekarlar köyünden -eski adı Nenezi- olduğu düşünülmektedir. Gregor’un babasının adı da Gregor’du ve Kayseri episkoposuydu. Nazianuslu Gregor Hıristiyanlıkla ilgili ilk eğitimini Büyük Basil’le karşılaştığı Kayseri’de almış ve daha sonra da Atina ve İskenderiye’de devam etmiştir. Grek felsefeyle de yakından ilgilenen Gregor 358’de tekrar memleketine dönüp öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Daha sonra ise sırf babasını kıramadığı için 362’de rahip olmuştur. Ama Gregor’un özellikle ilgilendiği manastır hareketiydi. O yıllarda özellikle genç kuşağa hitabeden manastır hareketi henüz çok yeniydi. Gregor da 374’te Silifke’de bir manastıra girmiş fakat, Ariusçu tehdidi yüzünden İstanbul’a çağırılmış ve orada yetenekli bir vaiz olarak ün yapmaya başlamıştır. Gregor istemeyerek de olsa İstanbul’da ihtiyar olarak atandığı zaman kilisede verdiği ilk vaazında Bunu ben yapmak istemedim, ama en sonunda yenildim demiştir. Gregor aynı zamanda İstanbul’a vardığında orada Arianist olmayan bir kilse bulamadığını da söylemiştir. Ama Gregor’un vaazları sayesinde bu kiliseler toparlanmaya başlamıştır.
Teodosius, 381’de İstanbul’da yapılan İkinci Ekümenik Konsey’de çok önemli bir rol üstlenen Nazianuslu Gregor’un kendi hizmetinde çalışmasını istemiş ve bu konuda onunla konuşmak için onu Aya Sofya’ya davet etmiştir. Onlar içeri girdiklerinde bulutların arasından gelen bir ışık huzmesi Aya Sofya’nın ortasındaki Gregor’un yüzünü aydınlatması üzerine imparator ve etraftaki kalabalık bunun bir işaret olduğunu düşünmüşlerdir. Zaten o günlerde İstanbul’da bir gözetmen de yoktu. Bunun üzerine Gregor Altın Ağızlı Yuhanna gözetmen olana kadar İstanbul gözetmeni olmuştur. Ancak kendisine yöneltilen eleştirilerden dolayı huzursuz olup 389’da tekrar memleketine dönmüştür.
Konuşma kabiliyeti çok yüksek olduğundan mükemmel bir inanç savunmacısıydı. Gregor’un retorik gücünün yanı sıra kuvvetli bir kalemli de vardı. Aynı zamanda Nazianuslu Gregor birçok ilahi de yazmıştır ve bu ilahiler bugün hala Ortodoks Kilise de okunmaktadır.
27. Nisan 2007: 14:16 #28176AnonimPasifBüyük Basil olarak da bilinen Kayserili Basil Hıristiyan bir ailenin en büyük oğluydu. Büyükbabaları Kayseri bişobuydu ve onun adı da Basildi. Babaları ise avukattı. Nysalı Gregor da Büyük Basil’in kardeşidir. Ablaları Markina ise doğudaki kadın manastırlarının başlatıcılarından olarak bilinmektedir. Markina, kutsal yaşamı ve ağabeylerine olan yardımlarından dolayı erken kilise tarihinde kilise anası diyebileceğimiz bir kişidir ve büyük saygıyla anımsanmaktadır. Basil o dönemde henüz prens olan Julian ve Nazianuslu Gregor’un da yakın arkadaşıydı. Daha sonra Julian imparator olduktan sonra da arkadaşlıkları devam etmiştir.
Basil eğitime ve dış görünüşe önem veren bir kişiydi. Önceleri tam adanmış bir Hıristiyan değildi. Öğretmenlik yapıyordu. Bu dönemde önce babası sonra da bir kardeşi ölen Basil bu olanlardan çok etkilenmiş ve öğretmenliği bırakarak Makrina’dan kendisine yardım etmesini istemiştir. Basil bu zamana kadar tam adanmış bir Hıristiyan değildi. Ama bu yaşadıklarından ve Makrina’dan öğrendiklerinden sonra hayatını tam olarak Mesih’e adamış ve manastır hayatını öğrenmek için Mısır’a gitmiştir.
İlk eğitimine Kayseri’de başlayan Basil daha sonra İstanbul ve Atina’da devam etmiştir. 356’da Kapadokya’ya dönen Basil bir retorik ustası olarak ve aynı zamanda bu sanatı başkalarına öğretmekteki başarısı ile ün yapmıştır. O da manastır hayatına büyük ilgi duyduğu için zaman zaman Suriye ve Mısır’daki manastırları ziyaret etmiştir. Daha sonra da Karadeniz bölgesindeki bir manastıra giren Basil, keşişlerin birlikte geçirdikleri yaşam için bir sürü kural ve yönetim ilkeleri belirlemiştir. Nitekim bu kuralların doğunun manastırlarında hala devam ettiği söylenmektedir. Basil, doğu manastır sisteminin kurucusudur.
Arianizm’e karşı koymak için Kayseri gözetmeni Eusebius tarafından çağrılan Basil 364’te manastır hayatını bırakmıştır. Eusebius 370’te ölünce onun yerine bu çok önemli göreve Basil geçmiştir. Aslında Basil gözetmenlik yapmak istemiyordu. Onun asıl istediği şey manastır hayatıydı. Ama o dönemdeki sapkın öğretişlere karşı savaşmak için bu isteğini bir kenara koymuştur.
Basil bu görevdeyken büyük bir cesaretle o dönemin Ariusçu imparatoru Valensius’a karşı koymuştur. Basil gözetmen seçildikten sonra imparator görevlileri onu hem teşvik hem de tehdit etmek için ziyarete gelmişlerdir. Ama Basil kolay sinecek ve pes edecek bir adam değildi. Gelen kişilere; Benden alabileceğiniz şey şuradaki kilim ve birkaç eşyadır. Beni öldürseniz de bu benim için kazanç olacaktır. Çünkü ben bu dünyada zaten misafirim demiştir. Basil gerçek öğretinin savunucusu olarak ve Arianizm’in ortadan kaldırılmasındaki başarıları ile tarihte önemli bir yer edinmiştir.
Basil Kayseri episkoposu olduğu dönemlerde sadece teoloji ve kilise konularına önem vermemiş, aynı zamanda geniş kapsamlı bir sosyal hizmet ağı da oluşturmuştur. Kayseri’nin şehir kenarlarında Neapolis ve Basilead ismiyle bilinen ve yoksullara adanan bir bina kompleksleri oluşturmuştur.
Basil henüz 50 yaşındayken ölmüştür. Ancak üstün yetenekli teolog geçici olan bu dünyadan ayrılmadan önce kendinden sonra gelen kuşaklara bırakmak için çok sayıda teolojik çalışmalar yazmıştır. Özellikle Üçlübirlik doktrinini iyice ortaya çıkarmış ve kabul ettirmeye çalışmıştır. Ama erken ve zamansız ölümü yüzünden İstanbul Konseyi’nde bu doktrinin resmi olarak kabul edildiğini görmeden ölmüştür.
27. Nisan 2007: 14:18 #28177AnonimPasifGregor bir dönem imparator Teodosius’un danışmanlığını da yapmıştır. Bu sırada Gregor Theotokos yani Tanrı doğuran ya da Tanrı taşıyan kavramını ortaya atmıştır. Ama bu terim Meryem ile ilgili bir terim değil, sadece Mesih’in Tanrılığını daha net bir şekilde ifade etmek için kullanılan bir terimdi. Tabi ki yıllar sonra bu terimin yanlış kullanılması da kilise de birçok tartışmalara ve ayrılıklara yol açmıştır.
-
YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.