Erken Kilise Tarihi

  • Bu konu 1 izleyen ve 25 yanıt içeriyor.
11 yazı görüntüleniyor - 16 ile 26 arası (toplam 26)
  • Yazar
    Yazılar
  • #28952
    Anonim
    Pasif

    Athanasius

    Athanasius, İznik Konseyi sırasında İskenderiye gözetmeni İskender’in diyakonu ve çok genç olmasına rağmen ortodoks görüşleri ile anahtar bir kişiydi. Hatta bu zamandan önce bile yazdığı kitapları vardır. Ama onun hayatı Teodosius’un imparatorluğuna kadar çok zor geçmiştir.

    Athanasius ne Latin ne de Grek’ti. Hem kara hem de kısa bir adamdı. Zaten Athanasius’un kelime anlamı kara cücedir. Asil bir sülaleden de gelmiyordu. Mısırlı olduğu sanılmaktadır. Jerome’nin yazılarına göre Athanasius ilk zamanlarında çölde Aziz Antony’e hizmet etmiş ve ondan öğrenmiştir. Zaten sonraki dönemlerinde de ne zaman başı derde girse çöle kaçmış ve orada manastır rahipleri tarafından korunmuştur. Athanasius, çöle gittiğinde onu ne Ariusçular ne de imparatorun askerleri bulabiliyordu.

    Bütün bu sürgünlere ve zor hayata rağmen Athanasius birçok kitap yazmıştır. Özellikle Kiliseden Olmayan Dünyaya Karşı ve Sözün Beden Alması Üzerine adındaki iki kitabı en ünlü eserlerindendir. O özellikle İsa Mesih’in kişiliği ve işleri üzerinde durmuştur. Onun teolojisinin temeli Tanrı’nın varlığının insanlar arasında bulunmasıydı. Başka bir deyişle, Logos Mesih’in bedeninde dünyaya gelip insanlar arasında yaşamıştır.

    İznik Konseyi’nden sonra İskender çok az yaşadı ve onun ölümüyle boşalan İskenderiye gözetmenliğine 328’de Athanasius seçilmiştir. Bu yıllar Arius’un tekrar İzmitli Eusebius sayesinde özgür olduğu yıllardı. Aslında Athanasius böyle kendini sürekli ortaya atan ve kavga eden biri değildi. O çölde manastırda sakin bir hayat yaşamak istiyordu. Ama Musa gibi Tanrı’ya sadık olabilmek için Athanasius hayatının sonraki dönemlerinde ön saflarda savunma yapak zorunda kalmıştır. Athanasius, Ariusçular için en tehlikeli düşmandı. Bu yüzden de Eusebius başta olmak üzere Ariusçular dedikodular ve yalan suçlamalarla Athanasius’a hayatı zehir etmişlerdir. Athanasius’un bir adamı öldürdüğü ya da Mısır’dan Roma’ya buğday gelmesini engellediği gibi birçok aslı olmayan dedikodular sonucunda Athanasius beş kere sürgüne gönderilmiştir. Athanasius bütün bu yaşadıklarına ve hatta bazı zamanlarda Arianizm kazanıyor gibi görünmelerine rağmen hiç pes etmemiş, hayatının sonuna kadar savaşmaya ve savunmaya devam etmiştir.

    Üç Büyük Kapadokya Babası

    Tanrı’da Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un tek bir özde üç kişilik olduğu formülünün geçerlilik kazanmasında özellikle tarihte Üç Büyük Kapadokyalı olarak bilinen Nazianuslu Gregor, Kayserili Basil ve Nysalı Gregor’un da büyük payı vardır. Onların çabaları sayesinde İznik İnanç Bildirgesi o kadar iyi yorumlandı ki Ariusçu olarak bilinen doğu episkoposlarının çoğu bile bu formülü desteklediler.

    Nazianuslu Gregor (330-389)

    Nazianuslu Gregor’un Niğde’nin merkez ilçesi Çiftlik bucağına yakın Bekarlar köyünden -eski adı Nenezi- olduğu düşünülmektedir. Gregor’un babasının adı da Gregor’du ve Kayseri episkoposuydu. Nazianuslu Gregor Hıristiyanlıkla ilgili ilk eğitimini Büyük Basil’le karşılaştığı Kayseri’de almış ve daha sonra da Atina ve İskenderiye’de devam etmiştir. Grek felsefeyle de yakından ilgilenen Gregor 358’de tekrar memleketine dönüp öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Daha sonra ise sırf babasını kıramadığı için 362’de rahip olmuştur. Ama Gregor’un özellikle ilgilendiği manastır hareketiydi. O yıllarda özellikle genç kuşağa hitabeden manastır hareketi henüz çok yeniydi. Gregor da 374’te Silifke’de bir manastıra girmiş fakat, Ariusçu tehdidi yüzünden İstanbul’a çağırılmış ve orada yetenekli bir vaiz olarak ün yapmaya başlamıştır. Gregor istemeyerek de olsa İstanbul’da ihtiyar olarak atandığı zaman kilisede verdiği ilk vaazında Bunu ben yapmak istemedim, ama en sonunda yenildim demiştir. Gregor aynı zamanda İstanbul’a vardığında orada Arianist olmayan bir kilse bulamadığını da söylemiştir. Ama Gregor’un vaazları sayesinde bu kiliseler toparlanmaya başlamıştır.

    Teodosius, 381’de İstanbul’da yapılan İkinci Ekümenik Konsey’de çok önemli bir rol üstlenen Nazianuslu Gregor’un kendi hizmetinde çalışmasını istemiş ve bu konuda onunla konuşmak için onu Aya Sofya’ya davet etmiştir. Onlar içeri girdiklerinde bulutların arasından gelen bir ışık huzmesi Aya Sofya’nın ortasındaki Gregor’un yüzünü aydınlatması üzerine imparator ve etraftaki kalabalık bunun bir işaret olduğunu düşünmüşlerdir. Zaten o günlerde İstanbul’da bir gözetmen de yoktu. Bunun üzerine Gregor Altın Ağızlı Yuhanna gözetmen olana kadar İstanbul gözetmeni olmuştur. Ancak kendisine yöneltilen eleştirilerden dolayı huzursuz olup 389’da tekrar memleketine dönmüştür.

    Konuşma kabiliyeti çok yüksek olduğundan mükemmel bir inanç savunmacısıydı. Gregor’un retorik gücünün yanı sıra kuvvetli bir kalemli de vardı. Aynı zamanda Nazianuslu Gregor birçok ilahi de yazmıştır ve bu ilahiler bugün hala Ortodoks Kilise de okunmaktadır.

    Kayserili Basil

    Büyük Basil olarak da bilinen Kayserili Basil Hıristiyan bir ailenin en büyük oğluydu. Büyükbabaları Kayseri bişobuydu ve onun adı da Basildi. Babaları ise avukattı. Nysalı Gregor da Büyük Basil’in kardeşidir. Ablaları Markina ise doğudaki kadın manastırlarının başlatıcılarından olarak bilinmektedir. Markina, kutsal yaşamı ve ağabeylerine olan yardımlarından dolayı erken kilise tarihinde kilise anası diyebileceğimiz bir kişidir ve büyük saygıyla anımsanmaktadır. Basil o dönemde henüz prens olan Julian ve Nazianuslu Gregor’un da yakın arkadaşıydı. Daha sonra Julian imparator olduktan sonra da arkadaşlıkları devam etmiştir.

    Basil eğitime ve dış görünüşe önem veren bir kişiydi. Önceleri tam adanmış bir Hıristiyan değildi. Öğretmenlik yapıyordu. Bu dönemde önce babası sonra da bir kardeşi ölen Basil bu olanlardan çok etkilenmiş ve öğretmenliği bırakarak Makrina’dan kendisine yardım etmesini istemiştir. Basil bu zamana kadar tam adanmış bir Hıristiyan değildi. Ama bu yaşadıklarından ve Makrina’dan öğrendiklerinden sonra hayatını tam olarak Mesih’e adamış ve manastır hayatını öğrenmek için Mısır’a gitmiştir.

    İlk eğitimine Kayseri’de başlayan Basil daha sonra İstanbul ve Atina’da devam etmiştir. 356’da Kapadokya’ya dönen Basil bir retorik ustası olarak ve aynı zamanda bu sanatı başkalarına öğretmekteki başarısı ile ün yapmıştır. O da manastır hayatına büyük ilgi duyduğu için zaman zaman Suriye ve Mısır’daki manastırları ziyaret etmiştir. Daha sonra da Karadeniz bölgesindeki bir manastıra giren Basil, keşişlerin birlikte geçirdikleri yaşam için bir sürü kural ve yönetim ilkeleri belirlemiştir. Nitekim bu kuralların doğunun manastırlarında hala devam ettiği söylenmektedir. Basil, doğu manastır sisteminin kurucusudur.

    Arianizm’e karşı koymak için Kayseri gözetmeni Eusebius tarafından çağrılan Basil 364’te manastır hayatını bırakmıştır. Eusebius 370’te ölünce onun yerine bu çok önemli göreve Basil geçmiştir. Aslında Basil gözetmenlik yapmak istemiyordu. Onun asıl istediği şey manastır hayatıydı. Ama o dönemdeki sapkın öğretişlere karşı savaşmak için bu isteğini bir kenara koymuştur.
    Basil bu görevdeyken büyük bir cesaretle o dönemin Ariusçu imparatoru Valensius’a karşı koymuştur. Basil gözetmen seçildikten sonra imparator görevlileri onu hem teşvik hem de tehdit etmek için ziyarete gelmişlerdir. Ama Basil kolay sinecek ve pes edecek bir adam değildi. Gelen kişilere; Benden alabileceğiniz şey şuradaki kilim ve birkaç eşyadır. Beni öldürseniz de bu benim için kazanç olacaktır. Çünkü ben bu dünyada zaten misafirim demiştir. Basil gerçek öğretinin savunucusu olarak ve Arianizm’in ortadan kaldırılmasındaki başarıları ile tarihte önemli bir yer edinmiştir.
    Basil Kayseri episkoposu olduğu dönemlerde sadece teoloji ve kilise konularına önem vermemiş, aynı zamanda geniş kapsamlı bir sosyal hizmet ağı da oluşturmuştur. Kayseri’nin şehir kenarlarında Neapolis ve Basilead ismiyle bilinen ve yoksullara adanan bir bina kompleksleri oluşturmuştur.

    Basil henüz 50 yaşındayken ölmüştür. Ancak üstün yetenekli teolog geçici olan bu dünyadan ayrılmadan önce kendinden sonra gelen kuşaklara bırakmak için çok sayıda teolojik çalışmalar yazmıştır. Özellikle Üçlübirlik doktrinini iyice ortaya çıkarmış ve kabul ettirmeye çalışmıştır. Ama erken ve zamansız ölümü yüzünden İstanbul Konseyi’nde bu doktrinin resmi olarak kabul edildiğini görmeden ölmüştür.

    Nysalı Gregor (330-yaklaşık 395)

    Büyük basil’in kardeşi olan Nysalı Gregor abisine üstat diye hitap ediyordu. Kardeş olmakla birlikte iki kardeş yapı olarak çok farklı insanlardı. Basil daha katı, Gregor ise daha sakin ve yavaş bir adamdı. Abisi gibi o da konuşma sanatı okumak istemiş, fakat Basil, kardeşinin bu isteğini onaylamamıştır. Mutlu bir evliliği olan Gregor’un karısı çok erken bir zamanda ölmüştü. Gregor gerçek hayatın acılarından kaçmak için dünyasal işlerini bırakıp ağabeyinin kurduğu bir manastıra girmiştir. Fakat daha sonra Ege bölgesinde Arianizm’e karşı bir kale oluşturmak için abisi tarafından yollanmış ve ihtiyaç üzerine istemeyerek de olsa 371’de Nysa –Aydın Sultanhisar yakınlarında- gözetmenliğine getirilmiştir. Ancak beş yıl sonra Ariusçu bir gözetmenler kurulunun verdiği karar üzerine 376’da görevinden uzaklaştırılmış fakat, Arius yanlısı imparator Valens 378’de ölünce Nysalı Gregor tekrar görevine dönebilmiştir. 381’deki ikinci ekümenik konsey olan İstanbul Konseyi’ne katılmış ve orada yaptığı konuşmayla katılanları çok etkilemiştir. Suriye’deki kiliseyi bölmekle tehdit eden bir durumu başarıyla yatıştırıp çözebildiğinden başka, sonraki yaşantısı ile ilgili pek fazla bir şey bilinmemektedir.

    Nysalı Gregor, Nazianuslu adaşı kadar etkileyici bir konuşmacı ya da abisi gibi çok başarılı bir yönetici olmadığı halde tarihte etkin bir yazar ve diğer ikisinden de büyük bir teolog olarak ün yapmıştır. Karısının çocuk doğururken çektiği acılarını ve onun ölümünden duyduğu acısını anlatmak için acı hakkında bir kitap yazmıştır.

    Platon ve Origen’in alegorik yazılarından etkilenmiş olan Nysalı Gregor insanın düşüşü, Mesih bilimi ve Son Günlere ait konularda keskin görüşlere sahipti. 1.Korintliler 15:28’deki Tanrı her şeyde her şey olacak sözüne dayanarak sonsuz bir cehennemin olmayacağını, cehennemin sadece arıtmak için geçici bir yer olduğunu ve Origen gibi Şeytan’ın da tövbe edeceğini savunmuştur. Ama bütün bunlara rağmen Mesih’in Tanrılığını ve İznik konseyi kararlarını büyük bir güçle savunan birisidir.
    Gregor bir dönem imparator Teodosius’un danışmanlığını da yapmıştır. Bu sırada Gregor Theotokos yani Tanrı doğuran ya da Tanrı taşıyan kavramını ortaya atmıştır. Ama bu terim Meryem ile ilgili bir terim değil, sadece Mesih’in Tanrılığını daha net bir şekilde ifade etmek için kullanılan bir terimdi. Tabi ki yıllar sonra bu terimin yanlış kullanılması da kilise de birçok tartışmalara ve ayrılıklara yol açmıştır.

    Makrina (327-380)

    13 yaşındayken ailesi tarafından genç biri ile nişanlanmıştı. Ama nişanlısı ölünce Makrina kendini bekarlığa adamıştır. Kısa bir süre sonra babası da ölmüş ve bunun üzerine Makrina da kadınların birlikte yaşadıkları bir yerde yaşamaya başlamıştır. Fakat daha sonra kendisi dul ve bekar Hıristiyan kadınların beraber yaşadıkları bir ev açmıştır. Markina kilise tarihinde doğudaki kadın manastırlarının başlatıcılarından biri olarak bilinmektedir.

    Makrina aslında kendi ailesinde ruhsal olarak başı çeken kişiydi. Özellikle Basil’in hayatında çok büyük bir yeri vardır. O dönemde kadınların aktif bir şekilde öğretmeleri çok fazla görülen bir şey olmamasına rağmen Makrina teolog ve öğretmen olarak anılmıştır. O, kutsal yaşamı ve ağabeylerine olan yardımlarından dolayı erken kilise tarihinde kilise anası diyebileceğimiz bir kişidir ve büyük saygıyla anımsanmaktadır.

    Ambros (339-377)

    Ambros henüz Mesih’e yeni iman etmiş bir adamken Milano gözetmeni ölmüştü. O dönemde batıda başkent Roma değil, Milano idi. Özellikle Arianizm ortada çok büyük bir tehlike olarak ortalıkta dolaşırken Milano gibi batı için önemli bir merkezin gözetmensiz kalması çok büyük bir sorundu. Hem Arianistler hem de İznikçiler boş olan Milano gözetmenliğini doldurmaya çalıştılar. Ama vali kentteki barışı korumak için kendisi bir gözetmen bulmaya çalışmıştır. Vali hem din hem de felsefe bilgisi olan eğitimli ve akıllı bir adamdı. Halk kentteki bu karışıklıktan dolayı çok gergin olduğu için vali katedralin önünde toplanan halka bir konuşma yapma gereği duymuştur. Bu konuşma sırasında kalabalığın içinden bir çocuk bişop Ambros diye bağırmaya başlayınca halk da hep bir ağızdan çocuğa katılmıştır. Bunun üzerine imparatorda Ambros’un bişop olmasını uygun görmüştür.

    Ama Ambros henüz vaftiz bile olmamış yeni bir Mesih imanlısıydı. Bu şekilde bişop seçmek o güne kadar uygulanan kilise yöntemlerine hiç benzemediği gibi önder seçmek için belirlenen kuralları da tamamen alt üst etmiştir. Ambros sekiz gün içinde vaftiz edilip bişopluğa hazırlanmış ve atanmıştır.
    Bütün bu garipliklere rağmen Ambros bütün zamanların en iyi bişoplarından ve öğretmenlerinden bir olmuştur. Augustin, Onun vaazları aracılığıyla Rab’be gelmiştir.

    Ambros’un bişopluğu döneminde imparator Teodosius haksız yere bir kente savaş açmış ve kenti yerle bir etmiştir. Savaş sonrasında Milano’ya gelen imparator, kiliseye gitmek ve Rabbin sofrasına katılmak istemiştir. Ama Ambros kilisenin önünde durup imparatoru içeriye almamış ve ona, haksız yere kente saldırdığı için tövbe etmedikçe ve tövbenin meyveleri görülmedikçe Rabbin Sofrasına katılamayacağını söylemiştir. Ambros, Teodosius imparator olduğu için ona kilisenin herhangi bir üyesinden farklı davranmamıştır. Teodosius da Ambros’a itaat edip tövbe etmiş ve ancak bir süre bekledikten sonra Rabbin Sofrası’na katılabilmiştir.

    Altın Ağızlı Yuhanna

    Altın Ağızlı lakabıyla tanınan Yuhanna Hıristostomos kısa boylu bir adamdı. Kendi başına yaşamak isteyen, bir topluluğa katılmayan bir keşişti. Ama o kadar iyi bir vaizdi ki, şöhreti bütün imparatorluğu aşmıştı. Bunun üzerine imparator onu İstanbul patriği yapmak istedi, ama o imparatorun bu isteğini ret etti. Tabi ki imparator hemen pes etmedi. Askerler gönderip Yuhanna’yı zorla İstanbul’a getirtip patrik yaptılar. O yalnız ve sade yaşamak isteyen bir keşiş olduğu için insanların önüne çıkmaktan, politikadan ve lüks içinde yaşamaktan hoşlanmıyordu.

    Yuhanna patrik olduktan sonra madem ki beni patrik yaptınız, o zaman ben de işimi iyi bir şekilde yapacağım demiş, güçlü vaazlarını verdikten sonra herkesin önünde bütün bu hoşlanmadığı zenginlik ve lükse lanet okumuştur. İmparator da Yuhanna’nın söylediği bu sözleri kendi üzerine almış ve Yuhanna’yı sürgüne göndermiştir. Ama halk onu çok seviyor ve onun tekrar patrik olmasını istiyorlardı. Bunun üzerine tekrar patrik olmuş, ama kısa bir süre sonra yaptığı bu sert vaazlarından dolayı da tekrar sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgün Yuhanna’nın son sürgünü olmuştur. Çünkü, zaten kötü olan sağlığı sürgüne giderken yolda yaşadığı zorluklara dayanamamamış ve yolda ölmüştür. O dönemde yaşamış birçok Mesih inanlısı gibi Yuhanna Hıristostomos’da inancı yüzünden çok büyük zorluklar çekmiştir.

    Ama birçok teolojisi bugün bize biraz garip gelebilir. Altın ağızlı Yuhanna yarı Pelagiyusçu idi. Aslında o dönemde doğunun tamamı bu görüşe inanıyordu, hatta batı da bile yandaşları vardı.

    #28953
    Anonim
    Pasif

    Arianizm’in Sonu ve Teodosius Dönemi (380-395)

    Üç büyük Kapadokyalı uzun yıllara dayanan dostlukları ve enine boyuna yaptıkları tartışmaları sayesinde İznik Konseyi’nde benimsenmiş formüller ve terimler için herkesin kabul edip memnun olacağı bir açıklama ve yorum sağlamışlardır. Üç Tanrı değil ama, tek bir Tanrı Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’ta eşit ve aynı şekilde bulunmaktadır. Bunu tarif etmek için de kişilik ve öz kavramlarını tercih etmişlerdir.
    Arianizm’e karşı savaşma işini Athanasius’tan devralan Kapadokyalılar kullandıkları dilleriyle kavrama ve engelleri tümden yok edemedilerse de Arius’un başlattığı inanç ve düşünme akımının sona ermesine sağlamışlardır.

    İspanya’da doğmuş olan Teodosius İznikçi görüş taraftarı olduğu için bu dönemde İznikçiler daha iyi durumdaydılar. Teodosius imparatorlukta bulunan herkesin Petrus’un Romalılara emanet ettiği inanca sahip olması gerektiğini buyurmuştur. Konstantin kendi döneminde Hıristiyanlığa birtakım toleranslar tanımıştı ama, resmi din değildi. Fakat Teodosius dönemiyle birlikte Hıristiyanlık artık resmi olarak imparatorluk dini olmuştur. Tabi ki Hıristiyanlığın resmi din oluşu iyi miydi kötü müydü tartışılabilir? Böylece politika kilisenin içine daha fazla girecekti. Aslında Hıristiyanlığın devlet dini olmasını isteyen Ariusçular’dı. Onlar bu fikri Kutsal Kitap’tan desteklemişlerdi. İsa her şeyin başı, Tanrı da Onun başıydı. O zaman İsa nasıl Tanrı’ya bağlıysa kilise de imparatora bağlı olmalıydı. Hatta Ariusçular, Tanrı’ya dokunamadığımız gibi imparatora da dokunamayız diye bir fikir bile ortaya attılar. İznikçiler ise, devlet ve kilisenin ayrı kalması gerektiğini, imparatoru da sadece kilisenin bir üyesi olarak kabul edebileceklerini söylediler.

    Kararlı bir Arianizm karşıtı olan Teodosius bu inancı paylaşan gruplar ya da topluluklar kilise olarak tanınmamalı ve hatta yasaklanmalıydılar.

    381’de İznik formülünü pekiştirmek üzere Teodosius’un çağrısı üzerine İstanbul’da bir konsey düzenlenmiştir. İznik İnanç Açıklaması tam halini bu konseyde almış ve Hıristiyanlığın devlet dini olmasına da bu konseyde karar verilmiştir. İznik İnanç Bildirgesi’ni kabul etmeyenler de dışlanarak yasaklanmıştır.

    İki tarafın teolojik görüşleri politik görüşlerini de etkiliyordu. 453’te batıdaki imparatorluk sona erdiğinde, batıda devlet ve kilise ayrılmak zorunda kalmıştır. Aslında bu da kiliseyi negatif olarak etkilemiş ve Papa’yı ön plana çıkararak vazgeçilmez yapmıştır.

    Doğuda ise, imparatorluk devam etmiş ve imparatorla patrik hep birlikte çalışmışlardır. 325’ten 1453’ kadar yaklaşık 1000 yıl boyunca doğuda imparatorluk ve kilise birbirine karışmıştır. Bu da doğu kilisesinin her açıdan özellikle de teolojik açıdan gelişmesini etkilemiştir.

    İkinci Ekümenik Konsey: İstanbul Konseyi (381)

    Teodosius’un 381’de toplattığı İstanbul Konseyi sonradan tarihçiler İkinci Ekümenik Konsey olarak tanımlamışlardır. İznik İnanç Bildirgesi bu konseyde son halini almıştır. Bugün de İznik İnanç Bildirgesi kiliselerde kullanılmaktadır. İstanbul’da İznik İnanç Bildirgesi’ne yapılan değişikliklerin en önemlisi yapılan şu eklemedir:

    Kutsal Ruh’a inanıyorum. O Rab’dir, yaşam sağlayan ve Baba’dan çıkandır. Ona, Baba ve Oğul ile beraber tapınmalı ve yüceltilmelidir. Peygamberler de Onun aracılığıyla konuştular.
    Ve bir tek katolik ve elçisel kiliseye inanıyorum. Günahların bağışlanması için bir vaftize inanıyorum. Ölülerin dirilmesini ve gelecek dünyanın yaşamını umutla bekliyorum.

    Ancak, dördüncü yüzyılda Toledo’da düzenlenen bir konseyde son olarak batı kilisesi bu bildirgeye Baba’dan çıkandır yerine Baba’dan ve Oğul’dan çıkandır ifadesini eklemiştir. Fakat bu tek kelime doğu ve batı kilisesinde bugün bile hala birleştirilemeyen bir ayrılık yaratmıştır.

    Bu ifadelerde aynı öz terimi Kutsal Ruh için kullanılmadıysa da onun Baba ve Oğul’dan aşağı olmadığı, Onun da Tanrı olarak yaratılmadığı ve Baba ile Oğul’a eşit olduğu belirtilmiştir.

    Bütün bu olanlardan sonra Arianizm bir süre daha devamlılığını sürdürmeye çalışsa da kaybolmaya mahkumdu.

    Apollinaris

    Suriye Laodikya’sı episkoposu Apollinaris, Mesih’in Tanrı yönünü öne çıkaran ve vurgulayan ilk kişi olarak tarihi kayıtlara geçmiştir. Athanasius’un genç bir arkadaşı olan Apollinaris’a göre, tek bir varlıkta, Mesih’te, bir yandan Tanrısal, sonsuz, değişmeyen, kusursuz ve bir yandan da insansal, geçici, bozulabilen, sınırlı, kusurlu yani birbirine zıt iki varlık bir bütün olarak bulunamazdı. Dahası Mesih’teki insan tarafı belki de günah da işleyebilirdi. İsa’nın günah işleyebilme olasılığı da insanın kurtuluşunu imkansız kılardı. Apollinaris, bu soruna Mesih’teki iki doğanın ilişkisine yeni bir açıklama getirmekle çözüm bulmuştur.

    Apollinaris’e göre, İsa’daki Tanrı yanı tüm dolulukla yerinde durabilirken onun insan yanı tam insan olmaktan çıkmıştır. Bu yorumuna rağmen Apollinaris İznik inancına sadık kaldığını düşünüyordu.

    Kapadokyalılar Apollinaris’in görüşlerine kararlılıkla karşı koydular. Nazianuslu Gregor, sadece insanlığın bütün öğelerini kendisinde birleştiren bir İsa Mesih’in kurtuluşu sağlayabileceğini ısrarla savunmuştur. İnsan doğasında bulunan her bir unsur gerçek olmasaydı kurtuluş gerçek olamazdı.

    Antakya okulunu temsil eden teologlar da aynı şekilde yüksek sesle Apollinaris’in bu görüşlerine karşı koymuşlardır. Onlara göre, İsa’da eksiksiz olarak iki doğa da tümden bulunmaktaydı ve Tanrı nasıl tapınakta olduysa, aynı şekilde Logos da İsa’da konut kurmuştu. Tanrı peygamberlerde ve sonrada Mesih inanlılarında da bulunuyordu ama, Mesih’teki konumu apayrı bir birlik ve ayrılmaz bir bütünlük şeklindeydi.

    Apollinaris’in düşünceleri ve öğretileri 374, 376 ve 382’de Roma’da yapılan sinodlarda ret edilmiş ve 381’de İstanbul Konseyi’nde de lanetlenmiştir. Aslında Apollinaris başlangıçta yanlış bir şeye karşı durmak istemişti. Ama bir şeye karşı gelecekseniz öbür tarafta aşırıya gitmemeye dikkat etmek gerekir. Apollinaris bu konuda hata yapmıştır. Mesih’in insanlığını ön plana çıkaran bir görüşe karşı durmaya çalışırken kendisi de Mesih’in Tanrı yönünü ön plana çıkarmıştır.

    İskenderiye- Antakya Görüş Tartışmaları

    Düşünüş tarzı ve yorumlama olarak Antakya okulu daha çok Aristoteles, İskenderiye okulu ise Plato’nun etkisinde kalmıştır. İsa’nın tarihsel yaşamını derinden düşünüp çalışan Antakya okulunda, Tarsuslu Diodorus adında çok parlak bir öğretmen vardı ve öğrencileri arasında Moposuestia*gözetmeni Theodore, Altın Ağızlı lakabıyla tanınan Yuhanna Hıristostomos ve Nestorius adında Antakyalı keşiş de bulunmaktadır. Arius da İskenderiye’den çıkmıştır.

    Antakya ile İskenderiye arasında özellikle Kutsal Kitap’ı yorumlama açısından çok büyük farklılıklar vardı. İskenderiye alegorik yorumlamaya önem veriyordu. Kutsal Kitap’ı yorumlarken kelime anlamlarına değil, daha çok arkasındaki anlamalara bakıyorlardı. Antakyalılar ise daha çok kelimelerin gerçek anlamlarını alıp edebi olarak yorumluyorlardı.

    İskenderiye ve Antakya yorumlamadaki farklılıklarından dolayı Hıristoloji konusunda da farklı görüşlere sahiptiler. İskenderiye, İsa’nın Tanrılığını, Antakya ise İsa’nın insanlığını daha çok vurgulamıştır. Aslında iki tarafta İsa’nın hem insan hem Tanrı olduğunu kabul ediyor sadece bir tarafın daha ağır bastığını söylüyorlardı.

    İskenderiyeli Cyril

    Cyril, İskenderiye tarafının baş önderi ve 412-444 yılları arasında İskenderiye gözetmeniydi. Cyril de, Apollinaris’in öğretilerini ret ederek Mesih’te insanın aklı da dahil olmak üzere insan ile Tanrı doğalarının tümden bir arada olduğuna inanmıştır. Ama, Cyril’e göre Mesih’teki bütünlük sadece Mesih’te insan olup insanın genel özelliklerine sahip çıkmış Logos aracılığıyla mümkün olmuştu. Mesih’in yanı, özel ve birey bir insandan çok genel bir insanlıktı.Cyril ancak bu sayede insan doğası Tanrı’nın sonsuzluğu ve ölümsüzlüğüne sahip olabiliyordu. Cyril ayrıca Meryem’e theotokos yani Tanrı taşıyıcı ya da Tanrı’nın annesi terimini vermiştir. Bu terim daha sonra kilise tarihinde en çetin ve keskin tartışmalara ve ayrılıklara neden olmuştur.

    Moposuestialı Theodore

    4.ve 5.yüzyılın arasında yaşamış olan Theodore İskenderiyelilerin öğretilerini ret eden birisiydi. Moposuestialı Theodore özellikle Mesih’in iki doğası hakkında çalışmıştır. Ona göre Mesih’te ilahi ve insan olmak üzere iki kişilik vardı ama, insan tarafı daha ağır basıyordu. Tarihte, bu yorumlarıyla Nestorianizm’i ilk yönlendiren kişilerden biri olduğu söylenmektedir. Theodore, iyi bir şekilde Kutsal Kitap’ı izlemeye çalışan bir adamdı, ama bazı konulardaki yorumlamalarında başarısızlığa uğramıştır.

    Nestorius

    Bir dönem kilise ihtiyarlığı da yapmış olan keşiş Nestorius Antakya’dan çıkıp İstanbul’a gözetmen olarak atanınca kendini var gücüyle sapkın öğretişlere karşı koyma görevine adamıştır. Bunu yaparken en çok da Arianizm kalıntılarını yok etmekle ilgilenmiştir. Nestorius, theotokos terimini kullanmamış, ama bunun yerine hıristotokos yani Mesih taşıyıcı ya da Mesih’in annesi terimini kullanmıştır. Nestorius’un bu tavrını Cyril duymuş ve çok öfkelenmiştir. Bunun üzerine bazı kişiler bu öfkesinden dolayı Cyril’i imparatora ve Nestorius’a şikayet etmişlerdir. Ama Cyril de bu arada boş durmamış, Nestorius’u eleştirecek şeyler bulmaya çalışmış ve sonunda da bulmuştur. Nestorius ise bu tür davranışlara karşı bazen duyarsız davranmış ama bazen de çok sert davranmıştır. Sonunda iki gözetmen sıkı ve sert bir mektuplaşma trafiğine başlamışlardır.

    Aynı zamanda her ikisi de bir yandan Roma’daki meslektaşlarına da yazıp görüşlerini anlatmaya çalışmışlardır. Bütün bu mektuplardan sonra dönemin Roma gözetmeni Celestine Nestorius’un görüşlerine karşı karar kılmıştır. Hatta 430’da Roma’da düzenlenen bir sinodda Nestorius’un eğer görüşlerini reddetmez ise kiliseden atılacağı kararı çıkmıştır. Aynı yılda İskenderiye’de toplanan bir gözetmenler kurulu toplantısında da Nestorius’un görüşleri olarak tanımlanan bazı öğretiler lanetlenmiştir. Bu karalar sadece theotokos kavramını kullanmayı ret etmesinin yanı sıra Mesih’in insan ve Tanrı doğası ile ilgiliydi. Nestorius Mesih’i Tanrı taşıyıcı insan olarak tanımlamıştır.

    Üçüncü Ekümenik Konsey – Efes Konseyi (431)

    Tartışmalar devam ederken sorunu çözmek için imparator genel bir konsey daha toplatmıştır. 431’de Efes’te yapılan bu toplantı tarihe Üçüncü Ekümenik Konsey olarak geçmiştir. Cyril ve onu destekleyenler Efes’e ilk gelenlerdi ve onlar Nestorius’un Antakya’dan gelecek olan gözetmen dostları Efes’e varmadan toplantıya hemen başlamak istediler. Nestorius da diğer episkoposlar gelmeden önce Cyril’in yönetiminde yapılacak olan bu toplantıya katılmayı ret onlar toplantıyı kendileri yapıp Nestorius’u görevinden alınmasına karar vermişlerdir. Bu karara karşı çıkmaya çalışmaları üzerine de, Efes gözetmeni ve Cyril yanlısı olan Memnon tarafından kışkırtılan Efes halkı Nestorius’a ve onu destekleyenlere karşı kaba güç kullanmışlardır. Kısa bir süre sonra diğer episkoposlarla beraber Antakya gözetmeni Yuhanna Efes’e varınca, Nestorius taraftarları karşı hücuma geçmeye hazırlandılar. Kendileri de bir toplantı düzenleyerek yapılan toplantıyı geçersiz olarak ilan edip asıl konseyi kendilerinin oluşturduklarını iddia ettiler. 43 kişiden oluşan Nestorius yanlıları Cyril yanlılarını Arianist ve Apollinarist olmakla suçladılar ve onları kiliseden atma kararı aldılar. Cyril yanlısı gözetmenler ise yaklaşık 200 kişiydiler.

    Bu olaylardan birkaç gün sonra da Roma episkoposunun gönderdiği heyet Efes’e varmış ve konsey görüşmelerine devam edilmiştir. Konsey başladığında kavgalı iki tarafta imparatora davalarını iletmişler ve o da Nestorius’un görevinden alınma kararını onaylamıştır. Bu karadan sonra Nestorius yaşamını orada devam etmesi için bir manastıra sürgün edilmiştir. Antakyalı Yuhanna ise 433’te Cyril’in görüşlerini içeren bir inanç açıklamasını benimsediğini Cyril’e bildirince geçici bir süre de olsa araları düzelmiştir.

    Nestorius ise tavrını değiştirmediği için sürgünde kalmaya devam etmiştir. Çoğunlukla Mısır’da geçirdiği bu sürgün zamanında Nestorius yenilmiş, hayal kırıklığına uğramış ve dışlanmış hissettiği için sık sık bunalıma girmiş ve aynı zamanda bedensel olarak da önemli rahatsızlıklar yaşamıştır. Zamanın çoğunu yazmakla ve yaşadığı talihsiz olayları kendi bakış açısından değerlendirerek kaydetmekle geçirmiştir. Bu çalışmalarından biri Trajedi adıyla yayımlanmıştır. Gençliğinde büyük bir adanmışlıkla Mesih’in hizmetine giren Nestorius dünyaya sırt çevirip manastır hareketine de katılmıştır. Örnek yaşamı ve yetenekleri onu sonraki yıllarda İstanbul kilisesi önderliğine kadar getirmiştir. Fakat o öldükten sonra onun adıyla özdeşleşen Nestorianizm öğretisinin ona ait olup olmadığı net bir şekilde bilinmektedir.

    Ne Nestorius ne de Cyril Hıristiyan etik standartları ve öğretilerine göre hatasızdı. İkisi, tarihte birçok başka kişinin de yaptığı gibi kilisenin ayrılığına neden olmuşlardır. ama yine de bütün bunlara rağmen ikisi de kendi gözlerinde tamamen samimiydiler.



    Nestorianizm

    Nestorius uzaklaştırıldıktan ve Antakya gözetmeni Yuhanna ile bir ateşkes imzalandıktan sonra Cyril yeni hedeflere yönelmiştir. Cyril, Nestorius’un bu sapkın öğretişlerinin baş sorumlusunun Antakya okulu ve Nestorius’un oradaki öğretmenleri olduğunu söylemiş ve onların lanetlenmesini sağlamak için çalışmalarına başlamıştır.

    Bunun üzerine Nestorius taraftarı bazı gözetmenler İran imparatorluğuna sığınmak istemişler ve aralarından bazıları İran keşiş okulunda yeni bir yuva bulmuşlardır. Sonradan bu kişilerin bu okulda yetiştirdiği birçok öğrenci İran’ın önde gelen kilise görevlerinde sorumluluk üstlenmeye başlamışlardır. Öğretilerindeki birkaç sorun da halledildikten sonra bu kişilerin doktrinleri Mezopotamya ve İran kilisesinin resmi öğretisi olmuş ve hatta evrensel kiliseyi giderek sapkın olarak görmeye başlamışlardır. Hatta sonraki yıllarda imparatorlukları dahilinde Nestorian Hıristiyanlığı bu inancın müsaade edilecek tek mezhep ya da şekli olduğu ilan ettiler. Bu İran kilisesinin Roma ile bağlarını koparmak için iyi bir fırsat olmuştur. Çünkü Konstantin bu inancı desteklemeye başladığından beri İran imparatorluğunda Hıristiyanlığa şüphe ile bakmaya başlanmıştı.

    Mezopotamya-İran toplulukları daha sonra Nestorian Kilisesi adını alıp Mesih’in Müjdesi’ni kendi yorumlarıyla doğunun en uzak köşelerine kadar götürdüler. Böylece sürgünde hayal kırıklığına uğramış olarak ölen Nestorius’un etkisi her şeye rağmen devam etmiştir. Nestorian müjdeciler Müjde’yi Orta Asya’daki Türk kökenli kavimlere kadar ulaştırarak amaçlarını Çin eteklerine kadar sürdürmüşlerdir.

    #28955
    Anonim
    Pasif

    Dördüncü Ekümenik Konsey: Chalcedon –Kadıköy- Konseyi (451)

    İskenderiyeli Cyril ve Antakyalı Yuhanna yaşadıkça bu iki öğretinin arasındaki anlaşma devam etmiştir. Ancak onlar ölür ölmez tartışmalar daha hızlı bir şekilde yeniden başlamış ve giderek daha da kötüleşmiştir. Bir yanda Antakya ekolü, tüm ilgisini Mesih’in tarihsel yaşamına verip dikkatini Onun insan yönü üzerine yoğunlaştırmıştı. Diğer tarafta ise İskenderiye okulu Kutsal Yazıları ruhsallaştırıp İsa’nın tarihi yaşamını önemsemeyerek öğretilerinde bütün ağırlığı İsa’nın Tanrı yönüne vermişlerdi. Bu doktrin aslında temelini Athanasius’un görüşlerinden almış ve Cyril tarafından geliştirilmiştir. Gerçi Cyril bu düşüncelerin Apollinaris versiyonunu lanetlemişti ama, yaptığı vurgularıyla kendisi de ondan pek farklı değildi.

    Bu iki grubun arasındaki çekişme ayrıca kiliseler arasındaki mevki hevesinden dolayı daha da hızlanmıştır. Antakya ve İskenderiye’den sonra geldiği halde İstanbul’un başkent olmasından sonra İstanbul episkoposluğu Roma’dan sonra ikinci konuma yükselmiştir. Ayrıca İstanbul episkoposluğu görevlendirdiği gözetmenleri genelde Antakya’dan seçtiği için İskenderiye buna da bozulmuştur.

    444’te İskenderiye’de Cyril’in yerine Dioscrus gözetmen olmuş ve teolojisinde ötekilerden daha da ileriye giderek o da hem İskenderiye’ye hem de kendine ün kazanmak için elinden geleni yapmıştır. 446’da ise İstanbul gözetmenliğine Antakya görüşüne sıcak bakan Flavian gelmiştir.

    Kısa bir süre içinde İstanbul’da Eutychen adında bir keşişin görüşleri yeni bir tartışma başlatmıştır. Öncelikle Eutychen, 443’te Antakyalı Yuhanna ve Cyril arasında barış sağlayan inanç antlaşmasını Nestorianist olarak ret etmiştir. Eutychen, İsa Mesih beden almadan yani Tanrısal ve insansal yönü birleşmeden önce Onda iki ayrı doğanın var olduğunu savunmuştur. Ama birleştikten sonra Tanrı ile insan doğası öylesine birleşip karışmıştır ki sonunda tek bir doğa olmuştur ve bu doğa da tamamen Tanrısaldır. Bu görüşleri yüzünden 448’de Flavian’ın önderliğinde İstanbul’da yapılan bir sinodda Eutychen Mesih’i aşağılayan biri olarak inanlılar topluluğundan atılmıştır. Ama Eutychen bu kadar çabuk vazgeçmemiş ve davasını imparator ve Roma gözetmeni de dahil olmak üzere birçok episkoposa bildirmiştir. Flavian da bu toplantıda alınan karaları meslektaşlarına duyurmuştur. Bu yöntem o dönemde kiliseler arası uygulanan bir gelenekti.

    O dönemde Roma episkoposu Büyük lakabıyla tanınan I.Leo’ydu ve kendisi Flavian’ın görüşlerini destekleyen Leo’nun Tome’u adıyla bilinen uzun bir mektup yazmıştır. Tome büyük kitap anlamına gelmektedir.Bu mektup batıda benimsenmiş olan ve yıllar önce Tertullian’ın da ifade ettiği görüşleri açıklıyordu. Leo’ya göre Mesih’te ne gerçek Tanrılık olmadan insanlık, ne de gerçek insanlık olmadan Tanrılık yer alıyordu. Mesih’te iki eksiksiz doğa da ötekinin cevheri ve doğasının özelliklerini azaltmadan tek bir kişide bir araya gelmişti.

    Bu tartışma da İskenderiyeli Dioskurus Eutychen’in tarafını tutmuş ve konuyu görüşmek üzere imparatoru ve tüm kiliseyi bir konseye çağırmıştır. Efes’te 449’da toplanan konsey, ağırlığını koyan Dioskurus tarafından yönetilmiştir. Bu konseye Leo kendisi gelemediği halde iki yetkili temsilci ile beraber konseyde okutulması için Tome’u da göndermiştir. Ama konseyde bu mektubun okunmasına bile izin verilmemiştir.

    Bu toplantının sonunda İznik Konseyi ile sadakat yemini yenilenmiş, ama aynı zamanda konseyin büyük bir çoğunluğu Eutychen’i de doğrulamıştır. Flavian ve onu destekleyenlerden bazılarının da görevlerinden alınmasına karar verilmiştir. Hatta Dioskurus daha da ileriye giderek Leo’yu bile kilise topluluğundan uzaklaştırıp onun yerine İskenderiyeli bir rahibi getirmiştir.

    449’da Efes’te yapılan bu konsey daha sonraları Haydut Konseyi olarak adlandırılmıştır.

    Ama Leo kolay kolay pes edecek biri değildi. Hemen İtalya’da yapılmak üzere yeni bir konseyin toplanması için harekete geçmiştir. 451 yılında imparator Marcion yeni bir konseyin toplanması için bir ferman çıkarmıştır. Ancak toplantı İtalya’da değil, başkent İstanbul’un karşısındaki Chalcedon yani Kadıköy’de yapılacaktır. Dördüncü Ekümenik Konsey olarak tarihe geçen bu konseye çoğunluğu doğudan 600 gözetmen katılmıştır. Fakat bu konseye de Leo şahsen yine katılmamış ve yerine daha önce de yaptığı gibi iki temsilci ile birlikte Tome’u göndermiştir. Ama bu kez farklı olarak konsey Tome’un okutulmasına izin vermiştir. Tarihin en büyük buluşmalarından biri olan konsey imparatorun görevlendirmiş olduğu saray yetkilileri tarafından yönetilmiştir. Dioskurus da bu toplantıya katılmıştır, fakat bir önceki toplantıdaki gibi yıldızı parlamıyor ve sesi o kadar çok çıkmıyordu. Konseyin sonunda Leo’nun yazmış olduğu Tome doğru bulunmuş ve benimsenen inanç bildirgesine onun görüşleri de eklenmiştir.

    Kutsal ataları takip ederek hepimizi tek bir ağızla açıklanacak tek bir ve aynı Oğul, Rabbimiz İsa Mesih, Tanrılıkta kusursuz ve insanlıkta kusursuz, gerçek Tanrı ve gerçek insan, mantıksal bir ruh/can ve bedenden oluşan, Tanrılığına göre Baba ile aynı özde ve insanlığa göre bizimle aynı özde, her konuda bizim gibi olmuş ama günahsız, Tanrılığına göre tüm zamandan önce Baba’dan çıkmış biricik, son günlere insanlığına göre bizim kurtuluşumuz için Tanrı annesi bakire Meryem’den doğmuş, aynı ve tek Mesih, Oğul, Rab, tek biricik, iki doğada, karşımadan, değişmeden, bölünmeden, ayrılmadan, doğanın ayrıcalıkları birlikteliğinden alınmadan ama daha ziyade her bir doğanın özellikleri birlikte tek bir kişide ve bir varlıkta korunmuş olarak, iki kişiye ayrılmadan ve bölünmeden ama tek ve aynı biricik Oğul, Tanrısal Söz, Rab İsa Mesih, peygamberlerin baştan beri ona ilişkin söyledikleri gibi ve Rab İsa Mesih’in bizlere öğrettiği gibi ve Kutsal atalarının bizlere aktardıkları gibi inanıyor ve açıklıyoruz.

    Dördüncü Ekümenik Konsey’de bu kitaptan şöyle bir formül çıkarılmıştır: İsa Mesih tek doğada karışmaksızın, değişmeksizin, bölünmeksizin, ayrılmaksızın iki kişiliktir.

    Kadıköy Konseyi’nin başka bir etkisi daha olmuştur. Leo’dan önce de papalık kavramı olsa da, Leo papaya dönüşen ilk episkopostur. Bunun en büyük nedeni konseyde onun fikirlerinin kabul görmesi ve hatta bu fikirler sayesinde çok önemli bir problemin çözülmesidir. Zaten Roma’nın her şeyden öte Petrus’tan dolayı bir önceliği vardı.

    Bu konseyin yapıladığı sırada ölmüş olan İstanbul eski gözetmeni Flavian da bu toplantıda aklanmış, ama Eutychen sapkın olarak ilan edilmiştir. Dioskurus ise görevinden alınıp kiliseden aforoz edilmiştir.

    Kilisede başka konular ve kilise düzenini ilgilendiren kanonlar da kararlaştırılmıştır. Aynı zamanda İstanbul episkoposluğunun Roma’dan sonra ikinci olduğu da bu konsey sırasında açıklanmıştır. Böylece İstanbul resmi olarak da daha eski olan Antakya, İskenderiye ve Yeruşalim episkoposluklarının önüne geçmiştir.

    #28956
    Anonim
    Pasif

    Monofizitler

    Kadıköy’de yapılan konseye rağmen İskenderiye’nin temsil ettiği görüşler yayılmaya devam etti. Gerçi Roma’nın önderliğindeki batı kiliseleri ve İstanbul’a sadık kalan doğu kiliseleri de Kadıköy kararlarına bağlı kalarak bu öğretiyi savunmaya devam ettiler. Ancak doğuda birçok kilise bu öğretiden ayrılarak Monofizit adı altında kendi kilise yöntemini şekillendirmeye başlamışlardır. Bu grup Mesih’teki Tanrısallığı fazlasıyla önemseyip, insansallığını bir kenara bırakmışlardır. Monofizitler’in tanımladığı Mesih’in kişiliği neredeyse tamamen Tanrısaldı. Aslında Monofizitler’in arasında da Mesih’teki Tanrısallığı farklı derecelerde görenler vardı ama, yine de Kadıköy’de alınan karaları hepsi kati bir şekilde ret etmişlerdir.

    Bu bölünmenin bir karakteristik özelliği de yöresel olmasıdır. Mısır’ın neredeyse tamamı, Habeşistan’ın tümü ve Suriye’nin de büyük bir kısmı Monofizit görüşleri seçmiştir. Bunun yanı sıra Ermenistan’da aynı yöne doğru gitmeye başlamış ve Monofizit olmaya meyilliydi. Tabi ki bu gelişmeler imparatorluğun birliğini de tehdit etmeye başlamıştır.

    İmparator Justinian (527-565)

    Justinian döneminde Roma imparatorluğunun inişi bir süre durmuş hatta zayıflamış koca imparatorluk bir süre içinde olsa yeniden canlanmaya başlamıştır. Justinian tahta kadar yükselen bir çiftçinin yeğeniydi. Çok akıllı, aşırı derecede çalışkan, ayrıntılara önem veren, samimi, genellikle sinirlerine hakim olabilen, karizmatik, özel hayatında neredeyse bir rahip kadar tutumlu ve dindar bir adamdı. Kendisi Roma imparatorluğunun sınırlarını tekrar eski hale getirip kiliseyi de birleştirme rüyası ile meşguldü.
    Yetenekli generaller sayesinde İtalya, Kuzey Afrika ve İspanya’nın bazı bölgelerinde yeniden Roma egemenliği kazanılmıştır. Yılların düşmanı İran’a karşı da savaşlar sürdürülmüş ve böylece Justinian isteklerine bir nebzede olsa ulaşmıştır.

    Justinian, Theodora isminde,kendisi gibi halktan gelme bir kadınla evliydi. Theodora, çok güzel olmakla beraber yetenekli, kararlı ve güçlü bir yapıya sahipti. Şüpheli bir geçmişe sahip olan bu kadın Justinian’a sadık bir şekilde bağlıydı. Fakat teoloji konusunda kocasından farklı bir görüşe sahip olan Theodora, Monofizitler’i destekliyordu. İmparatoriçe, genç kızların fuhuş yapmak için satılmasını engelleyen yasalar çıkarmış ve talihsiz kızların sığınıp yeni bir yaşama başlayabilecekleri bir convent*sistemi başlatmıştır. Yine de Theodora’nın lüks ve gösterişli yaşama olan ilgisinden dolayı saray o dönemde daha bir şatafatlı hale gelmiştir. Kısmen bu yüzden de Justinian döneminde yeni şehirler kurulmuş, yollar ve köprüler yapılmıştır. Justinian’ın yaptırdığı bu eserlerden en ünlüsü de daha önce Konstantin’in İstanbul’da yaptırdığı fakat, bir depremde yerle bir olunca aynı adla ama daha büyük ve daha görkemli bir şekilde yeniden yapılan Aya Sofya’dır.

    Justinian teolojiye de derin bir ilgi duyuyordu. Dolayısıyla yıllar süren Hıristoloji konusundaki görüş kavgalarında da yaralı olmak istemiştir. Bu amaçla Justinian iki tarafı barıştırmak amacıyla Kadıköy İnanç Bildirgesini Cyril’in görüşleriyle birleştirmeye çalışmıştır. Bu sayede birçok ılımlı Monofizit’i ikna edeceğini ve böylece de uzlaştırıcı bir anlaşma sağlayacağını umut ediyordu. Hatta Justinian bu amaçla kendi başına temsili olarak üç kişiyi ve yazılarını lanetlemiştir. Bu üç kişi Moposuestialı Theodore, Cyril’e karşı koyan Kıbrıslı Thedoret ve Odessalı İbas’tır. Tarihte onların görüşleri Nestorian’ın ismiyle birleştirilmiştir.

    Ama Justinian’ın bu yaptıkları tarafları barıştırmaktansa yeni sürtüşmelere neden olmuştur. Batıda bazı gözetmenler bu davranışı ölmüş ve kendilerini savunamayacak kişilere karşı yapılmış bir hakaret, Kadıköy Konseyi’ne karşı işlenmiş bir suç ve Monofizitler’i doğrulamış bir eylem olarak görmüşlerdir. Bu da tartışmanın ve kargaşanın artmasına neden olmuştur. Papa Vigulius imparatoru desteklediği için İstanbul episkoposu ile ilişkisini kesmiş ve imparatorun papalık üzerinde yetki kurmasına izin vermemiştir.

    #28957
    Anonim
    Pasif

    Beşinci Ekümenik Konsey (553)

    Justinian bu tartışmalar devam ederken bir umutla yeni bir konsey daha toplatmıştır. Beşinci Ekümenik Konsey olarak tarihe geçen bu konsey 553’te İstanbul’da yapılmıştır. Vigulius bu konseye katılmayı ret etmiş ve konu ile ilgili bağımsız karar verme hakkına sahip olduğunu iddia etmiştir. Bunun üzerine imparator Vigulius’u sürgüne göndermiş ve konseyi onaylayana kadar da sürgünde kalmıştır. Kadıköy Konseyi’nin Cyril yanlı yorumu da kabul edilince, Monofizit eğilimli bu görüş Katolik Kilise’ye resmi olarak da girmiştir.

    Ancak Beşinci Ekümenik Konsey de Justinian’ın umduğu birlik ve beraberliği sağlayamadığı gibi ayrılığı arttırmıştır. Özellikle batıdaki kiliselerin büyük kısmı yaklaşık 100 yıl boyunca batıdaki diğer kiliselerden bile ayrı kalmıştır. Bunun yanı sıra Monofizitler’den bazıları bu orta yolu da benimsemek istememiş ve görüşlerinden ödün vermemişlerdir. Hatta bazı bölgelerde özellikle Mısır, Habeşistan, Suriye ve Ermenistan’da Monofizit görüş aşırı milliyetçilik denebilecek seviyelere gelmiş ve Grek kökenli insanların kontrolü altında olmamak adına Monofizit görüşlere daha bir sıkı tutunmuşlardır.
    Sonunda Justinian konsey toplayarak anlaşma sağlayıp ikna edemediği için kaba güçe başvurmayı denemiştir. Öncelikle paganizmden kalan kısımları yok etmek için yasalar çıkarmıştır. Atina’daki felsefe okullarını kapatıp felsefe ile uğraşan kişileri bulmak için sadece devlet görevlilerini değil aynı zamanda kilise adamlarını da görevlendirmiştir. Hatta bazı kişileri inançlarından vazgeçmedikleri için idam bile ettirmiştir. Özellikle Frikya bölgesinde hala devam eden Montanistler’e karşı çok sert davranmıştır. Origen yanlısı kişileri de sapkın ilan etmiş ve onlara karşı da sert eylemlerde bulunmuştur. Justinian’ın en ılımlı davrandığı kişiler Yahudiler ve Monofizitler’di.

    Justinian son yıllarında kiliseye Aphtartodocetism diye bilinen Monofizit öğretinin bir şeklini empoze etmeye çalışmıştır. Bu görüşe göre, Mesih’in Tanrısal yanı Meryem’in karnına düştüğü andan beri değişime uğramamıştır. Aynı zamanda bu beden günah işleyemezdi ve acı çekemezdi. Böyle bir görüş İsa Mesih’in insan yönünü neredeyse tamamen ortadan kaldırıyordu. Ama Justinian yine de bu görüşü gözetmenlere kabul ettirmeye çalışmıştır. Hatta zor bile kullanmaya kalkmış, fakat ömrü yetmemiştir.
    Monofizitler bütün bu olanlardan güç alarak daha da yayılmışlar, ama bir yandan da kendi aralarında da birçok kollara ayrılmışlardır. Altıncı yüzyılın sonunda sadece Mısır’da 20 kadar farklı Monofizit öğretinin olduğu söylenmektedir.

    #28958
    Anonim
    Pasif

    Bizans-Pers İlişkisi

    Hıristiyanların kendi aralarındaki bölünmüşlüğü ve özellikle çeşitli grupların ayrılığı imparatorluğun birliği açısından sorun oluşturuyordu. Özellikle de Justinian’dan sonra gelen bütün imparatorlar da bu konuda bir uzlaşma sağlamak için büyük çaba sarf etmişler, ama başarılı olamamışlardır.

    611’den başlayarak Roma’nın yıllardan beri düşmanı olan Pers imparatorluğu önce Antakya’yı, ardından da Suriye ve Filistin bölgelerini fethetmiştir. Yeruşalim’de binlerce Hıristiyan’ı katleden ve kiliseleri yağmalayıp yakan Persler 618 ve 619’da İskenderiye’yi de ele geçirerek Mısır’ı da kontrol altına almışlardır. Anadolu’yu da baştan başa fethederek Chalcedon’a kadar ulaşmışlar ve Konstantinopolis’in karşı kıyısına kamp kurmuşlardır. Doğudan gelen İran saldırıları dışında aynı zamanda Bizans imparatorluğuna kuzeyden de Slav ve Avarlar saldırıya geçmişlerdi.

    Ama 620 yılında durum birden tersine döndü ve Bizans imparatorluğu kaybettiği toprakları Heraklius önderliğinde geri almaya başladı. Düşmanları olan Avarlara da kendilerinin yanında savaşmaları için para verdiler ve kutsal bir savaş olarak isimlendirdikleri büyük bir seferle Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’ı geri aldılar. Ne var ki bütün bu savaşların sonunda her iki taraf da o kadar çok kayıp verdi ki tüm yörede bir güç boşluğu olmuştur.

    İslam’ın Yükselişi

    Tam bu olayların ve güç boşluluğunun olduğu sırada Muhammed’in önderliğinde Araplar güçlenmeye ve 632 yılından başlayarak yeni inançlarını fetih yöntemiyle yaymaya başladılar. Bu fetihler sırasında hem İran’a hem de Bizans imparatorluğuna ait yerleri almaya başlayan Müslümanlar 635’te Şam’ı, 636’da Suriye’yi ve iki yıl süren bir kuşatmadan sonra da 638 yılında Yeruşalim’i fethetmişlerdir. 642 yılına kadar dayanabilen İskenderiye’de bu yılda kapılarını Müslüman fatihlere açmak zorunda kalmışlardır.
    İlk başta o yörelerde yaşayan Monofizitler Arapları, kendilerini imparatorluğun kontrolünden özgür kılacak bir kurtarıcı olarak görmüşlerdi ama, bu sevinçleri fazla uzun sürmemiştir.

    Bütün bunlar olurken Bizans imparatoru bütün Hıristiyanların birleşmesi gerektiğini düşünmüş ve görüş farklılıklarından dolayı kavgalı olan tarafları birleştirmek için yeniden harekete geçmiştir. Zamanın İstanbul patriği Sergius, imparator Heraklius’a birleşmeyi sağlamak için orta yollu yeni bir fikir vermiştir. Bu yeni fikre göre, Mesih ve Oğul olan kişi Tanrısal ve insansal işlerini tek bir Tanrı-insan eylemiyle yapmıştır. Bu Mesih’in tek bir enerji ile çalışmış olduğu ifadesi Mısır’daki değişik görüşteki Hıristiyanların bir sürede olsa birliğini sağlamıştır.

    Ama aynı zamanda bu görüşe değişik saldırılar da gelmeye başlamıştır. Bu bölücü tartışmayı engellemek için Sergius, Mesih’in bir ya da daha fazla enerji ile çalışmış olduğuna bakılmaması gerektiğini ama, herkesin onun bu işleri tek bir istekle yapmış olduğu konusunda hem fikir olmaları gerektiğini söylemiştir. Sergius’un bu düşünceleri kendisinin de önceden yazmış olduğu papa Honorius tarafından da benimsenmiştir. İmparator Heraklius 638’de, en önemli bu iki kilisenin önderlerinin de desteği ile Sergius’un bu öğretisinin geçerliliğini duyurmuştur. Ayrıca Mesih’in bir ya da iki enerji ile çalışıp çalışmadığı tartışmasını da yasaklamıştır.

    Kısa bir süre için de olsa bu formül dalgaları yatıştırmıştır. Fakat 641 yılında yeni bir papa gelmiş ve Monotheletism adıyla tanımlanmış bu öğretiye karşı koymuştur. Sırayla gelen papalar da aynı şekilde Mesih’te Tanrısal ve insansal olmak üzere iki isteğin olduğunu söyleyen bu öğretiye karşı gelmişler ve tek bir isteğin olduğunu söylemişlerdir. Batıda bu görüş bir süre sonra üstünlük kazanmıştır. Nitekim Mesih hem gerçek insan hem de gerçek Tanrı ise o zaman gerçek bir insan ve gerçek bir Tanrı iradesine sahip olmalı, aynı zamanda da bu iki istek her zaman uyumlu bir şekilde işbirliği içinde bulunmalıydılar.

    #28959
    Anonim
    Pasif

    Altıncı Ekümenik Konsey (680-681)

    600’lü yılların başlarında Hıristoloji konusunda yeni bir tartışma başlamıştır. Bu tartışmanın konusu, Mesih’in Tanrısal ve insansal işlerini tek bir Tanrı-insan eylemiyle mi yoksa Tanrı ve insan olarak iki ayrı enerji ile mi yapmış olduğuydu. Tartışmaların kilisenin birliğini sağlamaktansa yeni bölünmelere neden olduğunu düşünen dönemin imparatoru II.Konstans, Mesih’te tek mi çift mi enerji var olduğu konusu ile ilgili tartışmaları 648’de yasaklamıştır. Bunun üzerine papa I.Martin yasağa karşı koyarak Roma’da bir sinod toplamış ve Mesih’te iki istek var olduğunu ilan etmiştir. Aynı zamanda bu sinodda zıt görüşte olan İstanbul patriği de lanetlenmiştir. İmparator, Martin’in bu küstahlığını cezalandırmak için onu tutuklatıp İstanbul’a getirtmiş ve işkence ettirdikten sonra da Kırım’a sürgüne göndermiştir. Martin Kırım’da sürgündeyken de ölmüştür. Aslında bu dönemde düşünceleri yüzünden işkence gören tek kişi Martin değildi.

    Bütün bunlar olup biterken özellikle Monofizitler’in yoğun oldukları bölgeler Araplar tarafından istila edilmişti. Dönemin Bizans imparatoru imparatorluğa bağlı kalmış kiliseleri birleştirmek arzu ile İstanbul’da bir konsey toplamamıştır. 680-681 yıllarında toplanan ve Altıncı Ekümenik Konsey olarak bilinen bu buluşmada Monotheletism öğretisi ve bu görüşü geçmişte savunan kişiler de lanetlenmiştir. Konsey Mesih’te iki istek ve iki eylem yapma gücünün olduğuna karar vermişlerdir.

    Altıncı Ekümenik Konseyi tarihte yüzyıllar süren Hıristoloji tartışmalarının sonu olarak bilinmektedir. Aslında bu konseyde tartışılan konular 8.yüzyılın başında yeni bir imparatorun önderliğinde yeniden alevlenmiş ve hatta Lübnan’da Maronitler adında geniş bir grup Tek istek görüşene karar vermiştir. Ama bu grup da 12.yüzyılda tekrar karalarını değiştirip Roma ile uzlaşma sağlamışlardır.

    Bu arada Nestorianlar ve Monofizitler bağımsız varlıklarını farklı bölgelerde sürdürmeye devam ettiler. Arianizm ise, 8.yüzyılda neredeyse tamamen yok olmuştur.

    #28960
    Anonim
    Pasif

    İkonalar Tartışması

    İkonalar ibadet sırasında kullanılabilir mi tartışması 8.yüzyıl boyunca kilisenin gündemini oluşturmuştur. Fikir olarak okuma yazma bilmeyen kişilerin Kutsal Kitap’ı olarak başlayan ikonalar, kabartmalar, mozaikler ve heykeller zamanla kilisede çok büyük bir önem kazanmaya, hatta sorun yaratmaya başlamıştır. Özelikle bir de bu ikonaları ya da resimleri yapan sanatçıların Hıristoloji görüşü de sanatlarına yansıyınca daha büyük sorunlar çıkmaya başlamıştır. Örneğin; 5.yüzyıldan başlayarak mozaiklerde Mesih’in kurtarma özelliği giderek Meryem’e kaymaya başlamıştır. Buna Meryem’in ölmediği ya da erken dirilme ayrıcalığına sahip olduğu gibi inançlar da eklenince Meryem’in kişiliği neredeyse İsa’dan daha öne çıkmıştır.

    İmparator III.Leo’ya kadar kilisede zaman zaman putperestliği çağrıştıran bu resim ve heykellere karşı sesler yükselmişti, ama ikonalara karşı kimse Leo gibi bir kampanya başlatmamıştı. Aslında Leo’nun da bu kampanyayı başlatmasının farklı sebepleri vardı. Kendisi doğudan olmasına karşın Grek değildi. Müslümanların Hıristiyanlığa yaptıkları putperest inanç suçlamalarının doğru olmadığını göstermek için ibadette kullanılan bu ikonalara karşı çıktığı söylenmektedir. Bir nedeninin de ikonalara karşı olan Montanistler’i, bu yolla kiliseyle barıştırmak isteği olduğu söylenir. Üçüncü bir nedenin ise onun, imparatoru kilise üzerinde egemen yapma ve eğitim kontrolünü ruhban sınıfın ellerinden alma isteği olarak görülmüştür.
    Genelde İkonoklastlar yani ikona karşıtları Grek olmayan ırk ve kültürlerdendi. Onların başkaldırısı aynı zamanda Grek kontrolüne karşı bir ayaklanma olarak da görülebilir.

    İkona karşıtlarının gerekçeleri genelde kendine herhangi bir canlıya benzer bir put yapmayacaksın, önünde eğilmeyeceksin, onlara tapmayacaksın, önünde eğilmeyeceksin, onlara tapmayacaksın diye buyuran ikinci emirdir. İkonoklastlar ayrıca, İsa’yı resimleyerek Onun insan ile Tanrı doğalarını ayırdıklarını ve böylece de Nestorian bir görüşü temsil ettiklerini söylediler. İkonaların kalmasını isteyenler ise, ikona karşıtlarını Monofizit olmakla suçladılar. Şamlı Yuhanna ve Studiuslu Theodore ikona savunucularının en önemli sözcülerindendir. Hatta Theodore ikonaları savunduğu için hapse atılıp, zulüm görmüş ve sürgüne yollanmıştır.

    #28961
    Anonim
    Pasif

    Yedinci Ekümenik Konsey: İznik (787)

    III.Leo’nun ikonalara savaş açması tahta geçtikten kısa bir süre sonra 725’te, çok popüler bir Mesih suretinin parçalanmasıyla başlamıştır. Hatta bu olay bir ayaklanmaya neden olmuştur. Bunun üzerine Leo 730’da küçük bir konsey toplatmış ve ikonalara karşı daha sert adımlar atılmaya başlanmıştır. İstanbul patriği alınan bu karara karşı sesini yükselttiği için de görevinden alınmıştır. Bizans imparatoru tarafından göreve atanan son papa III.Gregor da, hükümetin siyasetini protesto etmek için düzenlediği bir konseyde ikona karşıtlarını kiliseden aforoz etmiştir. İmparator da papa Gregor’un bu küstahlığı üzerine Sicilya ile İtalya’da Papa’nın yönetiminde olan Grek episkoposluklarını İstanbul patriğinin yönetimine aktartmıştır. İmparator Leo’nun oğlu V.Konstantin babasından bile daha kararlı bir ikona karşıtı olarak tarihe geçmiştir. V.Konstantin bir konsey toplamış ve ikonaları lanetlemiştir. Ama bu karara ne Roma’daki papa, ne de Antakya, İskenderiye ve Yeruşalim patrikler uydular.

    Bunun üzerine ikona isteyenlere karşı şiddetli bir zulüm başlamıştır. Ama V.Konstantin’in oğlu IV.Leo babasının katı politikasını sürdürmemiş ve ikonalara İstanbul’un dışında izin vermeye başlamıştır.

    IV.Leo 780’de ölünce dul karısı İrene küçük oğulları yerine tahta geçmiş ve ikonaların ibadette kullanımını desteklemiştir. 787’de İznik’te tüm kiliseyi ilgilendiren ve sonra da Yedinci Ekümenik Konseyi olarak ün kazanan bir toplantı düzenlenmiştir. Papa’nın temsilerinin de katıldığı bu konseyde ikonaların ibadette kullanılması uygun görülmüş, ama aynı zamanda bu durumu bazı kurallarla sınırlandırmıştır. Konsey, ayrıca episkoposların ruhban sınıfına ait olmayanlar tarafından atanmasını yasaklamış ve her kilisenin yıllık bir sinod yapmasını da kararlaştırmıştır.

    Ama İznik’te yapılan bu ikona konseyi hemen genel bir onay bulmamıştır. Özellikle doğudaki bazı kişiler ikona karşıtlığına devam etmişleridir. İkonaları destekleyen batıda bile ikonaların kullanımı sınırlı tutulmuş ve hatta 794 yılında Frankfurt’ta yapılan bir konseyde Yedinci Ekümenik Konsey’in kakarları geçersiz olarak ilan edilmiştir.

    Fakat 813’te Ermeni asıllı V.Leo tahta geçince ikona karşıtlığıyeniden canlanmıştır. Fakat bu kez ikonaların kullanımı sadece kilisenin dışında yasaklanmıştır. 842’de tahta oturan Theodora ise, İrene gibi ikonaların kullanımını desteklemiş ve 843 yılının ilkbaharında kiliselerdeki ikonaları restore ettirmiştir. Aynı zamanda imparatoriçe Theodora’nın bu hareketi yıllar süre bu ikona kavgasını sonuçlandırmıştır.

    #28962
    Anonim
    Pasif

    Augustin (354-430)

    Augustin, özellikle Protestanlar için büyük bir kahramandır. Çünkü Reform hareketini başlatan Martin Luther öğretilerinde Augustin’den etkilenmiştir. Aynı zamanda Augustin, Pavlus ve Yuhanna zamanından beri konuşulmayan lütufla kurtuluş, tamamen günahlılık gibi kavramları tekrar gündeme getirmiştir. Augustin’le batı kilisesi kilise babaları dönemini kapatmıştır. Doğu kilisesi ise Augustin’i kilise babası olarak bile tanınmamaktadır.

    Hippolu Augustin antik kilise ile ortaçağ kilisesinin bağlandığı dönemde önemli bir rol oynamıştır. Augustin, bir yandan kendi çağına damgasını vurmuş biridir; ayrıca batı kilisesini de yüzyıllar boyunca etkilemeye devam etmiştir. Bir yandan da zamanın moda akımlarıyla da yakından ilgilenmiştir.

    Augustin 354 yılında Kuzey Afrika’da basit bir aile de doğmuştur. Zengin bir aile olmamalarına rağmen saygın bir aileydiler ve babası oğlunun eğitimine hep önem vermiştir. Hatta onun en iyi okullarda okuyabilmesi için elinden geleni yapmıştır. Babası Patricius küçük bir çiftçiydi, pagandı; ancak son günlerinde Hrısitiyan olmuştu. Annesi Monika ise tam bir adanmışlıkla Mesih’i izlemeye çalışan bir Hıristiyan’dı ve oğlu üzerinde çok büyük etkisi olmuştur. Augustin’in babası annesini her zaman başka kadınlarla aldatıyordu, öyle ki annesi bile bu durumun farkındaydı. Hatta arkadaşları onu kocan seni başka kadınlarla aldatıyor diye uyarıyorlardı. Monika ise bu uyarılar karşısında biliyorum, ama dua ediyorum diye cevap vererek imanıyla karşısındakileri şaşırtıyordu.
    Augustin, babası ile çok yakın değildi. Daha çok annesi ile ilişkileri iyiydi. Oğullarının gerçekten üstün yetenekleri olduğunu görüyorlardı. Cezayir ve Kartaca’da ellerinden geldiğince oğullarına iyi bir eğitim vermeye çalıştılar. Oğullarının okuması için maddi olarak ellerinde ne varsa verdiler.

    Augustin, retorik konusunda eğitim almış ve profesyonel bir konuşmacı olarak yetirilmişti. O dönemde bu eğitimi alan kişiler daha sonra avukatlıkta yapabiliyorlardı. Augustin eğitimini tamamlamak için Kartaca’dan sonra Roma’ya ve oradan da Milano’ya geçmiştir.

    Augustin bu zamanlarında kendi İtiraflar isimli kitabında da söylediği gibi düşkün ve şehvette bir yaşam sürüyordu. Augustin kitabında Gençliğimin en büyük günahı komşumun bahçesine girip oradan armut çalmak ve o armutları yemeden tekrar komşumun bahçesine atmaktı der. Genç bir adamın yapabileceği en büyük günah armut çalmak mıdır? Aslında Augustin çok fazla suçluluk kompleksi olan bir adamdı ve bu duygusu onun teolojisine de yansıtmıştır. Bir yanda da Augustin bu günahında çok başka şeyler de görüyordu. Bu yüzden de bu günahı en büyük günahı olarak değerlendirmiş olabilir.

    Augustin, 15 yaşında Kartaca’da okula giderken bir cariyesi vardı ki, bu o dönemde çok normal ve yaygın bir uygulamaydı. Hatta cariyesinden Adeodat adında bir oğlu da olmuştur. Fakat oğlunu erken yaşta kaybedince büyük üzüntü duymuştur. Augustin Roma ve Milano’ya giderken bu cariyesini de yanında götürmüş, ama annesinin onun saygın bir kadınla evlenmesi isteği üzerine cariyesini geri göndermiştir. fakat, Augustin’in cariyesini bıraktığında da saygın Romalı bir bayan bulamamış ve bir kez daha cariye almıştır.

    Augustin, Hıristiyan olmadan önce Manicilere katılmıştır. Maniciliği kuran kişi Mani adında bir adamdı. Manicilik, dualist bir temel üzerine kurulmuş, Gnostizm ve doğu dinlerinden de etkilenmiş bir akımdı. Hıristiyanlık İsa Mesih’te hem insan hem de Tanrısallık olduğunu öğrettiği için Hıristiyanlıkla alay ediyorlardı. Çünkü onlara göre, iyi olan ruhla kötü olan madde bir araya gelemezdi. Maniciler, bedenin kötü olduğunu düşündükleri için bedenin isteklerine karşı çok katıydılar. Cinsel ilişkiyi kesinlikle ve çocuk yapmayı kesinlik ret edip kendilerini dünyadan soyutlamış olarak yaşıyorlardı. Bu zor şartlarından dolayı Maniciliği tam manada yaşayan çok az kişi olduğu gibi bu tip şeylerden etkilenip onları izleyen çok insan da vardı. Aynı zamanda Maniciler, Kutsal Kitap’a da inanmıyorlardı. Kutsal Kitap’ı, içinde birçok cinayet ve tecavüzün yer aldığı kaba ve edebi olmaktan uzak bir kitap olarak görüyorlardı.

    Augustin de sürekli günahtan dolayı suçluluk duygusu hissettiği ve bu durumdan rahatsız olduğu için Manicilikten etkilenmiştir. Augustin’i en çok düşündüren konu Kötü Problemiydi. Her şeyi yaratan Tanrı ise o zaman kötüyü de mi Tanrı yaratmıştı? Augustin, ama Tanrı kötü olanı yaratamaz diye düşünüyordu. Mani görüşünde ise, Gnostikler’de olduğu gibi kötü olan dünyayı Tanrı yaratmıyordu. Önceleri bu fikir onun aklına yattı ve Manicilerin öğretmenlerine bu konularda ki sorularını sormaya başladı. Fakat Manicilerin cevapları Augustin’i tatmin etmedi. Augustin’in sorularına cevap veremeyen Manici öğretmenler onu, Manicilerin en büyük öğretmeni olan Faustus ile tanıştırdılar. Fakat Augustin Faustus’tan da sorularına tatmin edici cevaplar alamamıştır. Bunun üzerine Augustin 9 yıllık Mani izleyiciliğinden sonra bu gruptan ayrılmıştır.

    Augustin, Kartaca’daki öğretmenlik yapıyordu fakat, öğrencilerinden hiç memnun değildi. Bu yüzden Roma’ya gitmeye karar verdi. Ama dul annesi Monika, onun kendisini bırakıp Roma’ya gitmesini istemiyordu. Augustin ise, annesinden, öğrencilerinden ve Kartaca’dan kaçmak istiyordu. Roma’daki öğrenciler Kartaca’daki öğrencilerden kesinlikle daha iyiydiler ama, okul paralarını ödemiyorlardı. Bu kez de Augustin konuşma sanatını ilerletip avukatlık yapmak için Milano’ya gitmiştir.

    Augustin’in hayatında bütün bunlar olurken annesi Monika sürekli dua ediyordu. Hatta bir keresinde Monika bir papaza gidip acaba benim oğlum bir gün Hıristiyan olur mu diye sormuştur. Papaz ise Monika’ya gözyaşlarıyla çok daha fazla dua etmeye devam etmelisin, Tanrı mutlaka dualarına cevap verecektir diye cevap vermiştir.

    O dönemde Milano patriği Ambros’tu. Ambros, çok iyi bir vaiz olarak tanındığı için annesi Ambros’un vaazlarını dinlemesi için Augustin’e çok ısrar ediyordu. Augustin de annesinin ısrarlarına dayanamayarak Ambros’un vaazını dinlemeye gitmiştir. Konuşma konusunda profesyonel olan Augustin Ambros’un vaazından çok etkilenmiştir.

    Augustin vaazdan kafası karışmış bir şekilde evine döndüğünde kafasında cevaplanması gereken birçok soru ile elinde Kutsal Kitap’ı ile bahçeye çıkmış ve derin derin düşünmeye başlamıştır. Tam bu sırada bahçenin öbür tarafında bir çocuğun al oku, al oku, al oku diye bağırdığını duymuştur. Bunun üzerine Augustin Romalılar mektubunu okumaya başlar.

    Romalılar 13:13-14 Çılgınca eğlenceye ve sarhoşluğa, fuhşa ve sefahate, çekişmeye ve kıskançlığa kapılmayalım. Gün ışığında olduğu gibi, saygın bir yaşam sürelim. 14 Rab İsa Mesih’i kuşanın. Benliğinizin tutkularına uymayı düşünmeyin.

    İşte bu noktada Augustin 33 yaşındayken hayatını tamamen İsa’ya adamaya karar vermiştir. Daha sonra tekrar İtalya’yı bırakıp Kuzey Afrika’ya dönerek Hippo’ya yerleşmiş ve 34 yıl boyunca hayatının sonuna kadar bu kentte episkoposluk yapmıştır. Zaten Hippo’nun Augustin’den önceki episkoposu kendinden sonra Augustin’in kendi yerine episkopos olmasını istemişti. Augustin tarihte Hippolu Augustin olarak anılmaktadır.

    Augustin, yaptığı işler dışında bir çok eserde vermiştir. Bunlardan en önemlisi Tanrı Kenti adındaki kitabıdır. O yıllarda Augustin’in etrafında olup biten her şey bu kitapta bulunmaktadır. Augustin özellikle 410’da Roma’nın yıkılışından çok etkilenmiştir. Büyük savaşların olduğu ve Roma imparatorluğunun yıkıldığı bu dönemde insanlar artık büyük düşünürleri, felsefecileri okumuyorlardı. Bütün Avrupa yanıyordu, antik çağdan kalan bütün eserler yıkılıyordu. Dünyada ün yapmış Roma yolları çamura ve kana bulanmıştı. Daha önce Roma, imparatorluk sınırları içindeki bütün bu yerlere barış getirmişti. Ama şimdi her yer kendi özgürlüğünü ilan etmek istiyordu. Büyük bir medeniyet çökerken yeni küçük medeniyetler şekilleniyordu.

    Bu dönemde bütün entelektüelliği ve kitapları Hıristiyan manastırlar korumuştur. Aslında manastırlar sadece kitapları korumakla da kalmamış, halkın arasına inip özellikle savaştan çok fazla etkilenen fakir insanlarla ilgilenmişlerdir.

    Batıda bunlar yaşanırken doğuda ise, daha istikrarlı bir durum vardı. Avrupa’da Roma imparatorluğu çökerken doğuda Bizans imparatorluğu adıyla küçülerek devam etmiştir. Ama daha sonraki yıllarda doğuda da durum değişmiştir. Öncelikle İslamiyet’i yaymaya çalışan Araplar, daha sonra da bütün Avrupa’ya sahip olmaya çalışan Türkler tarafından sürekli saldırılar yaşanmıştır. Bu saldırılar sonucunda da Bizans imparatorluğu günden güne daha da küçülerek, ta ki 1453’te İstanbul Türkler tarafından alınana kadar devam etmiştir.

    İşte Augustin bütün bu şeylerden etkilenerek yazdığı bu kitabında, insan kenti ile Tanrı kenti – Tanrısal krallık ile dünyasal krallık arasında bir karşılaştırma yapmış ve insan eli ile yapılmış bütün medeniyetlerin yıkılabileceğini ama, sadece Tanrı kentinin ayakta durabileceğini anlatmıştır. Aynı zamanda Augustin burada aklayan savaş ve aklamayan savaş arasındaki farkı da göstermiş ve saldıran savaşın değil, savunma savaşının akladığını anlatmıştır. Augustin bu kitabında savaşın motivasyonuna da değinmiştir

    #28963
    Anonim
    Pasif

    Donatistler

    Augustin döneminde batıda Donatizm tehlikesi vardı. Donatizm, Donatus adında bir adam tarafından başlatılmıştır. Donatistler, çok katı kurallar takip ediyorlardı ve kraldan çok kralcı olmak istiyorlardı.

    Donatisler’le kilise arasındaki ilk sorun imparator Decius zamanındaki zulüm döneminde çıkmıştır. Bu zulüm döneminde işkenceden dolayı imanını inkar edenler olmuştu, ama bu kişiler daha sonra tövbe edip tekrar kiliseye dönmek istediler. Donatistler böyle kişilerin kesinlikle kiliseye kabul edilmemesi gerektiğini savunmuşlardır. Onlara göre hatta kendinizin imandan dönmüş olmanız bile gerekmiyordu. Eğer sizi vaftiz eden kişi imanından döndüyse de yine kiliseye gelemiyordunuz ve vaftiziniz geçerli olmuyordu.
    Donatistler bununla da kalmamışlardır. Onlar evrensel kilisenin artık bozulduğunu ve yeni bir kilisenin oluşturulması gerektiğini söylüyorlardı. Bu yüzden de birçok şehirde biri evrensel kilisenin episkoposu, diğeri ise Donatistler’in episkoposu olmak üzere iki episkopos bulunuyordu.

    Augustin işte tam böyle bir bölünmenin ortasında yaşadığı için bu sorunla ilgilenmek zorunda kalmıştır. Donatistler kilisenin kutsallığını o kadar çok vurgulamışlardır ki birçok kişi kilisenin dışında kalmıştır. Augustin ise, böyle bir dönemde herkese kollarını açmış ve günahkarların kiliseye ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Augustin’e göre kilise kapılarını herkese açmalı ve gelenlere Söz’ü anlatmalıydı.

    Augustin, bu sorunla ilgili özellikle iki fikir ortaya atmıştır.
    Bu fikirlerden bir tanesi sakramentlerle ilgilidir. Augustin, sakramentin etkisi sakramenti yapanın değil, sakramenti alanın imanına bağlıdır diyordu.
    Augustin’in ortaya attığı diğer fikir de Üçlübirlik hakkındaydı ve hata Augustin bu konuda bir kitap yazmıştır. Toledo Konseyi’nde İznik İnanç bildirgesine eklenen Kutsal Ruh’un Baba ve Oğul’dan gelişi ifadesi Augustin’den alınmıştır.

    Pelagiyusçuluk

    Augustin’in daha ileriki yaşlarda savaştığı görüş ise Pelagiyusçuluk’tur. Bu akım Pelagiyus adında dindar, İngiliz bir keşiş tarafından başlatılmıştır. Bu görüşe göre, bir insan mükemmel ve günahsız bir yaşam sürmeyi başarabilirdi. Çünkü insanın Adem’den gelen günahlılığını ve günahlı bir benlikle doğduğunu kabul etmiyorlar, günahsız olarak doğduğuna inanıyorlardı. Kişinin iyi işler yaparak günahsız bir yaşam sürebileceğini iddia ediyorlardı.
    Augustin’in ise bunun tam tersine inanıyordu. Augustin’e göre, insan günahlı olarak doğuyordu ve ancak İsa Mesih’in lütfü ile kurulabiliyordu.

    Pelagiyus, Pavlus’un mektupları üzerine bir kitap yazmıştır. Kilise bu akımdan çok fazla etkilenmiştir. Hatta doğu kilisesi bir anlamda yarı Pelagiyusçu olarak kalmıştır. Zaten özellikle manastırlarda yaşayan keşişler Pelagiyus’un savunduğu kutsallık, paklık gibi erdemlere çok önem veriyorlardı.

    Jerome

    Jerome geçinilmesi zor, hassas , alıngan bir adamdı. Batılı olduğu halde zengin bir kadının maddi yardımları sayesinde Beytlehem’de bir manastır kurmuş ve yaşamını bu manastırda geçirmiştir.

    Jerome Kutsal Kitap’ı İbranice’den Latince’ye çevirmiştir. Hatta bu çeviriyi yaparken yetmişlerin çevirisini ret ettiği için, Grekçe’den çevirmek yerine önce İbranice öğrenip direkt İbranice’den çevirmeyi tercih etmiştir. Yetmişlerin çevirisini ret ettiği için Hippolu Augustin bile ona kızıp onu eleştirmiştir. Bu nedenle bir süre Hippolu Augustin’le Jerome’nin arası bozulmuştur. Hatta Augustin’e karşı bazı yazılar bile yazmıştır. Ama Augustin Pelagiyusçular’a karşı yazmaya başladığında Jerome de Augustin’le birlikte çalışmışlardır.
    Jerome’nin yaptığı bu çeviriye Latin Vulgat denmektedir. Vulgat kelime olarak sade, kaba çeviri anlamına gelmektedir. Çünkü Jerome’nin kullandığı Latince genelin kullandığı bir Latince’ydi. Jerome Kutsal Kitap’ı halkın anlayabileceği bir dile çevirmek istiyordu.
    Ama Kutsal Kitap’ın bu Latince çevirisinden sonra bir yanlış anlama daha yaşanmıştır. Bu kez de kilise Jerome’nin yaptığı bu çeviriden dolayı Latince’yi kutsal bir dil haline getirmiştir. Hala Roma Katolik kilise Jerome’nin bu çevirisini kutsal esin olarak kabul etmektedir. Ama bu Jerome’nin suçu değildir. Apokrif yazıları da çeviren Jerome’dir. Bu yüzden de Roma Katolik kilisesi Apokrif kitapları da sahiplenmiştir. Bütün bu yanlışlara ve yanlış anlamalara rağmen Jerome, dördüncü yüzyıldaki en büyük kahramanlardan biridir

11 yazı görüntüleniyor - 16 ile 26 arası (toplam 26)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.