Protestan Pastör’lerden bereketli yazılar.
- Bu konu 1 izleyen ve 0 yanıt içeriyor.
-
YazarYazılar
-
3. Ağustos 2011: 14:33 #27475AnonimPasif
Korkunun korkmadığı nokta nedir?
Evren, dünya, çevre ve insanlar hep korkutur bizleri, ürkeriz, titreriz, ürkek ve titrek yaşarız ama belli etmeyiz. Hep dört dörtlük bir yaşamı özler ama hep halkın o ilginç ifadesiyle üç buçuk ata ata yaşarız yaşamı yani korkarız, hep korkarız bir şeylerden hep ürkeriz. Ama korktuğumuzu, ürktüğümüzü belli etmeyerek maskeler takar, maskelerimizle cesur yaşarız yaşamı.
Kısacası hep üç buçukla dört arasında gider gelir, hep bu iki sayı arasında dolanır dururuz. Sıkılırız, bu iki rakam arasında sıkışırız. Bazen dengelendiğimizde ise tam ortalarda bir yerlere gelmiş oluruz. Seviniriz, sevindiririz, cesaret alır, cesaret veririz, sonra yine korkarız, ürkeriz, ürkek bakışlarla bakarız dışımıza aslında bakışlarımız içimize de ürkek ürkek bakar durur zaman zaman. Sonra yine dörde doğru hareket ederiz. Dört dörtlük doyum aradığımız, tamlık aradığımız yaşama.Yaşam korkutur,insanlar korkutur hatta bazen kendimiz bile kendimizi korkuturuz. Sonra hep bakarız korkular arasında sıkışmış olarak korka korka hatta bazen korktuklarımızdan bazılarının da başımıza gelmesiyle daha da bir korkak, daha da bir ürkek oluruz, güvercin korkaklığında ve ürkekliğinde yaşarız. Bazılarımız bu ürkeklik içinde gerçekten cesaret abidesi olarak çıkarlar. Bazıları maskelerini gerçekten alaşağı ederler yaşamın ve korksalarda, ürkselerde doğru olanı haykırırlar, onlar korkarlar ama yanlış yapmaktan, yanlışa doğru demekten korkarlar, onlar haykırırlar ve bazı korkusuzluğa susamış korkakların, korkularına ilaç olurlar. Korkutan karanlığa kendileri yansa da aydınlık olurlar.
Nazım Hikmetin o çok bilinen şiirinde dediği gibi;
Ben yanmasan, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.
Belki de bu nedenle Mesih isa “korkma ey küçük sürü” şeklinde bir ifadeyle o ürkek, o titrek, o şaşkın ama güçlü görünmeye çalışan insanları özellikle iman etme durumlarında farklı bir noktaya getirmek istemektedir.
”Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü göklerin Egemenliği onlarındı” diyen Rab ”Korkma Seninleyim” sözleriyle yine korkan,ürken ama güvercin saflığında olanlara doğru korkusuzluğun kaynağını göstermek istemektedir. Onları gerçekten insana en yakışır farklı bir noktaya getirmek istemektedir.Bu nokta göğe ve sonsuzluğa bakarak sona ulaşılan bir noktadır. Korkunun korkmadığı noktadır. O nokta korkusuzca korkunun üzerine yüründüğü noktadır. Aslında o nokta insanın gerçek ruhsal özgürlüğüne kavuştuğu noktadır. O nokta güvercinin hava da her şeyden özgür süzüldüğü noktadır.
Hepimiz Özdemir Asaf’ın dizelerinde de çok güzel ifade ettiği gibi bir noktaya ama özellikle bazılarımız o noktaya doğru güvercin ürkekliğinde yürümekteyiz..
Her tomurcuk bir çiçeğin uykusuna,
Her çiçek bir yemişin kuşkusuna,
Her yemiş bir böceğin korkusuna,
Uykusuzca, kuşkusuzca, korkusuzca yürür.
Ne mutlu sonu sonsuzluk olan ve gerçek ruhta özgürlüğe kavuşturan o yolda yürüyenlere. Göklerin egemenliği onlarındır.
02/07 Rev.Turgay Üçal
TANRI’NIN KİLİSELERİ VE KİLİSELER
Bugüne gelene ek Tanrı’nın kilisesini oluşturan inanlılar ne yazık ki İncili yorumlarken farklı konular üzerine takılıp kaldıkları için çok çeşitli mezheplere ayrılmışlardır. Oysa Mesih “Baba ve Ben biriz” demektedir.
Bizim bir olduğumuz gibi siz de bir olun demektedir. Mesih eğer bizim Kurtarıcımız ve Rab’bimiz ise O’nun sözünü dinleyecek miyiz? Elbette dinlemezsek itaatsiz olmuş oluruz.
İncili yaşayan İncilin buyruklarına itaat edendir.
İncil yüreğinde Mesih İsa olanın sonsuz yaşamı olduğundan bahsetmektedir. Mesih’i Rab ve Kurtarıcı kabul edenlerin seçilmişler Tanrı halkı olduğunu söylemektedir. Öyleyse ben kimim ki, falnaca Mesih topluluğundan olan kardeşimi inançsızlıkla suçlayabiliyorum. Yeter ki O Kilise gerçekte bir sapkın tarikat olmasın Mesih’in kurtarıcılığını Tek olan Tanrı’nın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’ta kendisini açıklamasını inkar etmesin. Burada İncil’i her algılayış modelinde aynı olmak zorunluluğumuz yoktur. İncil’i farklı algılayışlar varsa demek ki bu İncil’in hatası değil farklı algılayışların hatasıdır. Demek ki insan “Günahkar insan” mükemmel olmadığı için yanlış algılayabilir. O zaman mantıken Mesih’in kiliselerinin hepsinin doğruları ve hepsinin yanlışları olabilir. İmanın temel direği Mesih İsa ve Kutsal Ruh’ta , Tek olan ve kendisini Baba, Oğul ve Kutsal Ruhta açıklayanı tanımaktır, yürekte yaşamasına müsaade etmek ve O’na ibadet etmektir. Bu Tanrı’nın Kilisesidir. O’nun halkının farklı farklı yerlerde ve şekillerde ve farklı yorumlarda toplanması İncili yaşamaya çalışması Kiliseleri ve Tanrı çocuklarının renklerini oluşturur.
İncil yorumsuzdur. Mesih İsa’nın haçı nettir. Ama insanın bir şeyleri kavraması yorum getirdiği için mecburen yorum vardır. Yorum olan yerde de farklı anlayışlar farklı algılayışlar meydana gelir.
Buna çağımızda ekümenik bakış dediler, buna da yorum verdiler. Ekümenik teolojiye hayır, ilişkiye evet diyenler, yada ikisine evet diyenler, yada ikisine de hayır diyenler oldu.
Mesih’te insanı yaşamak, insanı sevmektir. İnsanı sevmek onu anlamaya çalışmaktır. Onu anlamak saygı duymaktır. Saygı barışı getirir. Barış yine sevginin ardınca koşmayı buna illa bir isim koymak gerekirse buna bir Hıristiyan’ın günlük yaşam ibadetidir.
Bu İsa Mesih’i ilan eden, yaşayan, ona ibadet eden kiliseleri yakınlaştırır, önderleri arasında politik ilişkinin soğukluğu değil, Tanrı sevgisinin sıcaklığı hissedilir. Bu gerçek müşarekettir.
Asgari müştereklerde Kiliseler Tanrı’nın kiliseleri olduklarını hissetmeye başlarlar. Böylelikle “Baba onlar bir olsunlar” şeklindeki Mesih’in duası pratikte yaşanır.
Turgay ÜÇAL
İNSANLIK NEREYE?
Peygamber Davud’un Mezmurlar’ını okurken hep şu ayetlere takılıp kalmışımdır;
“Göklerini, ellerinin işlerini, koyduğun ay ve yıldızları görünce dedim: insan nedir ki, sen onu anasın? Ademoğlu nedir ki, sen onu arayasın?”
Mezmur 8:4.Gerçekten insan nedir ki? Bu denli görkemli bir evrende, sesini bile duymadığımız halde büyük bir ahenkle dönen evrenin dev gezegenleri, güneş sistemleri içinde. Bütün bu dev sistemlerin yanında gözle göremediğimiz, bizim algılayamadığımız mükemmellikteki küçük sistemleri içinde. İnsan nedir ki, sen onu anasın?
İncil’in Yakup bölümünde durumumuz bir kez daha bizlere hatırlatılıyor:
“Dinleyin şimdi, ‘Bugün ya da yarın filan kente gideceğiz, orada bir yıl kalıp ticaret yapacağız ve para kazanacağız’ diyen sizler, yarın ne olacağını bilmiyorsunuz.”
” Yaşamınız nedir ki? Kısa bir süre görünen ve sonra kaybolan bir buğu gibisiniz'”
Yakup 4:13-14.Sonsuzluk denizi içinde, muhteşem yaratılış evreleri ve görünümleri arasında “Kısa bir süre görünen ve sonra kaybolan bir buğu gibi olmak”; sanki Shakespeare’in meşhur sözünde olduğu gibi “olmak ya da olmamak”. Bu kısa sürede bize sunulan yaşamı Yaradan’a dönerek, kaynaktan emerek ya da kendimize dönerek bir mumun kendisini yiyip bitirmesi gibi kendimizi yiyerek, kendi kendimizi sonsuzluk denizinde boşluğa, Tanrısızlığa, ağlayış ve diş gıcırtısına bırakmak.
İnsanlık nereye gidiyor? insanlık, ‘insan nedir ki, anasın’ fikrinden uzağa, kendi krallığını oluşturmak için, kendi kendine sonsuzluk yaratmak için, kendi kendini yokluğa götürüyor. İnsan çıldırıyor. İnsanlık cennet dünyayı yıkıyor.
Bir hiç uğruna insan, binlerce insanın bir araya gelerek geliştirip gerçekleştiremeyeceği, binlerce hücreden olan, mükemmel bir biçimde işleyen ve bedeninde adeta başka bir evreni daha taşıyan bir insanı öldürebiliyor. Onun duygularını, onun ailesini, onun sevdiklerini, onun anılarını hiç görmeden ve yalnız kendi hislerinin sürüklemesinde, kendi Tanrı’sızlığında kendisini adeta bir Tanrı ilan edercesine karşısındakinin canını alıyor.
Aslında bu, insanın yeni durumu değil. Daha yaratıldığı andan itibaren Tanrı’nın benzeyişinde yaratılan, kendi-sine özgür irade verilen insan, iradesini iradesizlikle değişircesine, yönetme ve var olma ve başkalarını kendi varlığı altında boyun eğdirme uğruna kullanmaya başlıyor. O günden itibaren her şeyin hakimi olan Tanrı’ya bile başkaldıran insan, günah ve ölümle tanışıyor.
Sonrasını zaten hep biliyoruz: İnsanın değişen dünya ve yaşam koşulları içinde değişme göstermeyen içsel tablosu. Tarihin derinliklerinde birbirine kan kusturan insan, binlerce yıl sonra medeniyetin son demlerinde zevkten dört köşe olurken, medeniyetsizliğin dik âlâsını kendi yaşamında sergilemeye devam ediyor. Kin duyarak, kıskanarak, nefret ederek, öç alarak her tür rezilliğe aday olarak. Acaba Roma İmparatorluğunda bir sabah gazetesi çıksaydı hangi haberleri okuyacaktık? Haberler bugünkü çağdaş dünya haberlerinden öz de çok mu farklı olacaktı? Ya Bizans’ta ya Osmanlı İmparatorluğunda, ya diğer imparatorluklarda, krallıklarda, beyliklerde? Acaba insana ilişkin verilen haberler çok mu farklı olacaktı? Kim kimi soydu, kim kimin kuyusunu kazdı, kim kimi öldürdü. Kan, kin ve nefret… Arkasındaki tek hedef, istek… Şuursuzca ben… Ben daha iyi bilirim, ben daha iyi yaparım, daha iyi yönetirim… Benim istediğim, benim görüşüm… O benim fikrimi kabul etmedi… Bu nedenle ölümü hak etti…
Demek ki, boşa konuşmuş atalar: İnsanlar konuşa konuşa hayvanlar koklaşa koklaşa diye… Biz ne yazık ki, ne konuşmayı öğrendik, ne de doğru düzgün koklaşmayı… Biz tek yolu seçtik her gün ama her gün Tanrı’dan uzakta, Tanrı’sal sevginin getirdiği esenlikten uzakta. Hep ben bilirim edasında, en üstün benim, benim düşüncelerim, benim siya-setim, benim inancım diyerek her gün hırlaşmayı…
Davut Peygamberin Mezmurlar’ında şu ayetler ne de güzel anlatıyor bizi:
“Niçin milletler kaynaşıyor, Ve ümmetler boş şey düşünüyor? Dünyanın kralları kalkıyor, ve hükümdarlar RAB’BE karşı ve Mesih’ine karşı birbiri ile öğütleşiyorlar: Onların bağlarını koparalım, ve iplerini kendimizden atalım, diyorlar. Göklerde oturan gülecek; RAB onlarla eğlenecektir…”
Mezmurlar 2: 1-2Sorular cevaplarını arıyor. İnsanoğlu nedir ki, onu anasın? Yaşamınız nedir ki? Kısa bir süre görünen sonra kaybolan bir buğu… Niçin milletler kaynaşıyor? Ve ümmetler boş şey düşünüyor?
Neden, niçin? Hep insan kendi egemen olsun diye… Ya tanrı’nın egemenliği, O’nun yarattığı yüreklerdeki yeri… Dünyada seçilmişleri için sunduğu, bedende dünyaya gön-derdiği kendi Sözü Mesih İsa… Mesih’in karşılıksız sevgiye, Tanrı’nın sevgisine olan çağrısı. “Yaşam ekmeği benim, Yaşam suyu benim eğer benden içerseniz hiçbir zaman susamazsınız.” Susamazsınız çünkü dünyanın vermediğini Mesih’i yüreğinize alarak alabilirsiniz.
Ya diri su kaynağı Mesih İsa’yı tanımazsak, ya yüreğimize almazsak ne olacak? Her şeyin sahibini dinlemezsek işin sonu şimdi yaşadığımız her şey: şaşkınlık, korku, bezginlik! Sonra hep birden şaşkın şaşkın bakıyoruz.
Dünya nereye gidiyor? Her gün biraz daha kötüye doğru değil mi? Kardeş, zina ile bina artınca kıyamet kopacak derlerdi ya, işte bunlar kıyamet alametleri… Zina ve bina ne zaman artmadı ki! Mısırlılar piramitleri yapmadılar mı? İnka’lılar insanı şaşırtan binalar yapmadılar mı? Roma bin kat daha fazla zina ile insan yaşamına dehşet katmadı mı? İnsan Tanrı’yı bıraktığı günden beri insanlığından sapmadı mı? Ne değişti ve ne değişecek?
Dünya hangi esenliği kendi esenliksizliğinde bulabilecek? Esenlik ancak kaynağından gelir. Sen kaynağı kirletirsen içeceğin temiz su nereden gelir?
Kutsal Kitap sormaya devam ediyor:
“Aranızdaki kavga ve çekişmelerin kaynağı nedir? Bedenlerinizin üyelerinde savaşan tutkularınız değil mi? Bir şey arzu ediyorsunuz, ama elde edemeyince adam öldürüyorsunuz. Kıskanıyorsunuz, isteğinize erişemeyince çekişi-yor ve kavga ediyorsunuz. Elde edemiyorsunuz çünkü Tanrı’dan dilemiyorsunuz. Dilediğiniz zaman da dileğinize kavuşamıyorsunuz. Siz ey vefasızlar dünya ile dostluğun Tanrı’ya düşmanlık olduğunu bilmiyor musunuz?”
Yakup 4:1-4Sorular ve yanıtlar… Yanıtlar ama bize uyan ya da uymayan yanları olan yanıtlar. Ben beni nasıl terk ederim? Nasıl olur da görmediğim ve sesini duymadığım Tanrı henüz canımı almamışken ona bütün idareyi devrederim?
Sanki insanlığın elinde senet sepet var. Ya şimdi Allah sana sesleniverse, seni yanına alıverse? Bu sorunun yanıtı hep düşüncelerde ama çok derinlerde.
Sen insanlık nereye? Aslında kendi elinde kendi kendine eziyet ede ede uzaklara, yokluğa. Oysa Tanrı ne de güzel yaratmıştı dünyayı, sular herkese yetecek kadar boldu ve temizdi… Yeşil bir başka güzeldi. Sen yurdumun ormanlarını yakan, sen hiç çocuk olmadın mı? Sen ailenle dağlara, bayırlara çıkmadın mı? Hayatın kaynaklarını yok ederken kendini ve sevdiklerini yok ettiğini hiç anlayamadın mı? Ya kırda bayırda, binlerce siyasetten anlamaz, insanın kirliliklerinden uzak kurdun kuşun heyecanını tatmadın mı? Her bülbül şakımasında Yaradan’ın görkemine yazılmış şarkıyı dinlemedin mi?
İnsanlık kendi başına hiç bir yere gitmiyor. İnsanlık sadece kendi kendini yok etmeye gidiyor… Kocaman bir hiçe..
Dünya henüz yerli yerindeyken gelin Tanrı’nın sözüne, Tanrı’nın kaynağındaki o güzel nezih yere… Göksel egemenliğin hakim olduğu yüreklerin oluşturduğu tertemiz insanların erdemine.
Mesih İsa’da dünyaya sunulan Tanrı’ya ait kurtarışa kulak verin. İnsanlık nereye diye sormak yerine, insanlık kurtuluş için nereye gitmeli sorusuna yanıt bulmayı yeğleyin…
Turgay ÜÇAL
YAŞAMIN FARKINDA OLMAK 1
Yaşadığımız bu sürekli gelişen, globalleşen çağ içinde inanan kişi de oldukça zorlanmaktadır. Her şeyden önemlisi ‘ben sizde yaşam olması için geldim’ diyen İsa’nın sözünü bile ayakları yerde yaşadığı hayat içinde tam olarak algılayamamaktadır. Oysa yaşam saniye saniye elimizden kayıp giderken biz yaşamın farkında olmaksızın bazı dini kalıplar içinde ‘Mesih’te özgür’ olduğumuzu düşünerek yaşarız. Oysa Tanrı bütün kainatı insana bir lütuf olarak sunduğu gibi, yaşamı da, Tanrı’ya tapınak olacak bu bedendeki yaşamı da, insana hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak büyük bir lütuf olarak sunmuştur. O zaman hemen yaşamımızı; hem yaşadığımız çevremizi, hem Tanrı’da yaşamamız gereken yaşamımızı, belli bir farkındalık içinde algılamamız gerekmektedir. Bunu yapamıyoruz. Kutsal Kitabı bile okurken belli bir stres içinde okuyoruz, dualarımızı bile farkında olmadan sunuyoruz. Oysa biraz yaşam trenimizin istasyonlarının kıymetini bilebilsek, ah bilebilsek her şey ne kadar da farklı olacaktır. Nasıl duracağız? Ne yapacağız? Nasıl rahatlayacağız? Aslında cevap oldukça açık; Tanrı’nın sunduğu yaşam armağanında koşmayı nasıl öğrendikse, Tanrı’nın sunduğu yaşam armağanının değerini anlamak için durmayı da öyle öğreneceğiz.
Bir anda bir şey yapmayı öğrenmek
Koştururken o kadar çok şeyi bir arada yapmaya çalışıyoruz ki, bazen de çaremiz gerçekten olmuyor. Çünkü kendimizi öylesine buna alıştırmışız ki, mesela televizyon izlerken yemek yiyoruz; aynı zamanda çocuklarımıza öğüt vermeye, ekonomik durumumuza çözüm bulmaya, hatta misafir ağırlamaya çalışıyoruz. Yoruluyoruz, yıpranıyoruz ve sonra stresten mahvoluyoruz ve Tanrı’ya yakarıp bizi kurtarmasını istiyoruz. Tanrı’nın sağladığı kurtuluş gönencinde her şeyi bir düzen içinde yapma gerçeği bize öğretilmeye çalışıldığı halde biz düzeni düzensizlikte algılıyoruz. Her gün bir on beş dakikanızı bir kere de bir şey yapmaya, yani sadece yürüyüp etrafı içinize sindire sindire izlemeye ne dersiniz? Ya da sadece haber dinliyorsak haber dinlemeye, çocuklarımızla ilgileniyorsak sadece onlarla ilgilenmeye, Kutsal Kitap okuyorsak sadece Kutsal Kitap’a zaman ayırmaya ne dersiniz?. Yani bir işi rahatsız edilmeden ya da kendimizi parçalara bölmeden yapmaya ne dersiniz? Bir doktor randevusuna giderken vitrin bakabiliyor musunuz? Biliyorsunuz ki, gecikirseniz randevunuzu kaçırırsınız Neden yaşamı kaçırma konusunda aynı hassasiyeti göstermiyoruz? Hadi, bu hafta bunu deneyelim. Pavlus’un mektubun da hatırlattığı gibi ‘beni kuvvetlendirende her şeyi yapabilirim’ sözünü ilke edinelim. Evet, eğer yapabilirsek Tanrı ile yapabilirsek neden olmasın. Tanrı’nın sunduğu yaşam armağanı hakkıyla kullanılmaya deymez mi?
Belli bir düzene ayak uydurmak
İnsan vücudu, yapısı, iç varlığı ancak Tanrı’nın sağladığı düzen içinde sağlık ve esenlik içindedir. Düzenli gıda almak, düzenli dinlenmek, düzenli spor, düzenli çalışmak bütün bunlar insanın ruhu ve bedeninin büyük ölçüde sağlıklı olmasına temel nedendir. Bunu birçoğumuz biliyoruz değil mi? O zaman neden yaşamın farkındalığını da, yaşadığımızı fark etmeyi de, bir düzen içine koymuyoruz? Neden 365 günün çok küçük bölümünde Tanrı’nın yaşam armağanının o muhteşem sunularını çok kısa olarak hissediyoruz da büyük bir bölümünde hep stresi, koşturmayı, acı ve üzüntüleri, yükleri hissediyoruz, algılıyoruz, yaşıyoruz. Elbette her durumun kendince bir açıklaması, bir özrü vardır. Ama sakın ha bütün bunların nedeni ‘RAB’de daima sevinin’ sözlerini pek de kale almadığımızdan olmasın? Ya yaşam armağanını anlayamamanın, hissedememenin temelinde kendi sorumluluğumuz varsa? Ne yazık ki bir çok zaman gerçekten de bunun en büyük sorumlusu biz oluyoruz. O zaman ne yapacağız? O zaman yaşamın dakikalarına, tablolarına bütün dikkatimizi vermeye gayret edeceğiz. Yaşamın o sürekli akıp giden anlarına sahip olduğumuz en büyük Tanrısal lütuf armağanı olarak Tanrı’nın Ruh’unu ve kurtarışındaki sevinci hatırlayarak sarılacağız. Her anı hissederek yaşamaya gayret edeceğiz. Bakın vücudunuz nasıl da esenlik içinde ve sessizce bir düzene köle olma acısıyla değil ama büyük bir rahatlık içinde işliyor. O zaman biz de yaşamı algılayarak yaşamamız gereken yaşam düzenini kendimize bir düzen edineceğiz. Neden Tanrı’nın sunusu 365 günü hep yük olarak algılayalım, neden 365 günlük lütuf armağanını 365 hediye paketi olarak değerlendirip açmayalım. Elbette Polyanacılık oynayacak değiliz. Elbette sorunlarımız olacak, elbette bazı şeyler hiç bitip tükenmeyecek. Fakat her ne olursa olsun yaşam bize verilen çok değerli bir sunu, bir armağansa neden bu armağanı yerli yerinde ve tadında kullanmayalım?. Neden Tanrı’nın sunusu 365 gün kendi yükleri ile gelirken, bizim için hep yük olarak değerlendirilmesi yerine Tanrı’nın ‘bol yaşam’ armağanı çerçevesinde algılanmasın.. O zaman on beş dakika ile başlayacağımız bu farkındalık denemesine, bir de sürekli ve bir düzen içinde bunu uygulamayı eklersek bazı şeylerin değişeceği kesin değil midir? Bir denemeye ne dersiniz?
Rev.Dr.T.Üçal
-
YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.