Reform Yanıtlıyor
- Bu konu 1 izleyen ve 0 yanıt içeriyor.
-
YazarYazılar
-
20. Şubat 2008: 14:05 #24513AnonimPasif
Protestan teolojisi iyi davranışlar ve dinsel kurallar olmaksızın günahlardan sadece imanla aklanma doktrinini içermektedir. Bu doktrin katı bir kaderciliğe neden olmuş ve Protestanları dünyevi yaşamlarında dinsel sorumsuzluğa yöneltmiştir. Dinsel sorumsuzluk ise antinomianizm olarak bilinen ahlak kurallarına karşı olmak ya da ahlaki aldırmazlıkla takip edilmiştir. Dolayısıyla dünya, Protestanlığın dinsel sorumsuzluğunun ve katı kaderci anlayışının ahlaki tehdidi altındadır.
Yeryüzünde varlık göstermiş olan bütün dinler, içerdikleri mesajlarıyla, daha çok “öte” dünyaya yönelik bir kurtuluş vaadi aşırlar. Bu kurtuluş vaadinin gerçekleşmesi için de bu dinin bağlılarının yükümlü oldukları belli başlı davranış düzenlemeleri sunulmuştur. Bu davranışlar Tanrı ile kulları arasındaki iletişimi ifade eden ibadetler ile insanlar arasındaki düzen ve hoşgörüyü sağlayan ahlak ilkeleri olarak nitelenebilir. Çoğunlukla da dünyevi davranışları düzenleyen ahlak ilkeleri, aynı zamanda dinsel kurtuluşa katkı yapan faktörler olarak değer bulmaktadır. Dinlerin içerdiği dünyevi ahlaklılık ile dinsel kurtuluş çabaları, hem erdemli bir toplum oluşturmak hem de bağlılarına ebedi yaşam sağlamak gibi çok önemli bir işlevi yerine getiren ayrılmaz iki unsur olarak görülmektedir. Dinlerin pek çoğu için geçerli olan bu dinsel ahlak anlayışı, Hıristiyanlık içinde yer alan Protestanlık düşüncesinde önemli bir farklılık göstermektedir. Hıristiyanları Katolik Kilisesi’nin bağnazlığından ve egemenliğinden kurtarıp Tanrı’nın rahmetiyle buluşturma ve dinsel kurtuluşa ulaştırma gayretinde olan Protestanlık, bu şekilde Tanrı ile kulları arasındaki aracı kurumu ortadan kaldırmış ve onları Tanrı ile karşı karşıya getirmiştir. Bu nedenle, kalplerinde Tanrı’nın rahmetini taşıyan imanlı insanlar olarak Protestanların, barış ve sükun içerisinde yaşayan ve diğerlerine de güven veren hoşgörülü bir toplum oluşturmaları gerektiği düşünülebilir. Ancak Protestanlığın, dünyevi bir ahlakiliği önermesini gerektirecek bağlayıcı bir öğretiden yoksun olan, hatta, böylesi bir bağlayıcılığı gereksiz gören öğretileri nedeniyle, çok geçmeden bu inancın bağlılarına dünyevi anlamda bir ahlaklılık hedefi sunmadığı anlaşılmıştır. Bu durum Protestan ahlakının dinsel temellerinden yoksunluğunu ifade etmektedir.
Hıristiyanlık tarihinin 16. yüzyılı “dinsel reformasyon çağı” olarak nitelenmektedir. Yüzyılların ürünü olan önemli bir teolojik geleneğe dayanan Ortaçağ Roma Katolik Kilisesi, ilahi kurtuluşa ulaşmak için Hıristiyan bireylerden erdemli bir yaşam sürmelerini, iyi davranışlarda bulunmalarını ve Tanrı’ya dua etmelerini istemiştir. Ancak Katolik Kilisesi’nin ilahi kurtuluş için gerekli gördüğü bu yaşam tarzı ve ibadet uygulamaları zamanla büyük bir din sömürüsüne yol açmıştır. Papalık ve ruhban sınıfının, Hıristiyan halkın kendi kişisel gayretleriyle ilahi kurtuluşa ulaşabilme çabasına katkı sağlamak gerekçesiyle, onların bu niyetlerini kendi çıkarları yönünde istismar ettiklerine ilişkin önemli tarihsel örnekler bulunmaktadır. Katolik Kilisesi, Hıristiyanların günahlarının affı için yükümlü oldukları dua ve ibadetler yerine, onların günahlarını belirli bir maddi bedel karşılığında bağışlamaya başlamıştır. Hıristiyanlık tarihinde “endüljans” adıyla ünlenen bu uygulama, Protestan reformunun en önemli nedenlerinden birisi sayılmaktadır. Çünkü Protestanlık, Hıristiyanları Katolik Kilisesi formundaki devasa bir dinsel istismar ve sömürü kurumundan kurtarmış ve Tanrı ile kulları arasındaki ilişkiyi yeniden sağlayarak Hıristiyan bilincini kilisenin manevi esrarından özgürleştirmiştir. Bu şekilde, manevi sınırlarından bağımsızlaşan akıl “asıl” işlevine kavuşmuş ve kendi dünyasını “yaratmanın” peşine düşmüştür.
İnsan benliğini sınırlayan, onun doğal aklını mahkum eden ve Tanrı ile kulları arasında kutsal bir aracı sıfatıyla dünyevi yaşamın her alanını kuşatmış olan Katolik Kilisesi’nin otoritesini sarsan Protestan reformunun, bu süreçte kullandığı en temel doktrin, dinsel kurtuluşun insani bir katkı olmaksızın Tanrı’nın rahmetiyle lütfedilen imana bağlı olduğudur. İnsanların yapması gereken ise, yeryüzünde günah korkusu olmaksızın mutlu ve umutlu bir şekilde yaşamalarıdır. Bu yaşam, dünyaya sıkıca bağlanmayı gerektiren kapitalist düşüncenin yine Protestanlık tarafından kutsallaştırılması ile anlamını kazanmış olmaktadır. İnsanlara dünyevi anlamda dinden bağımsız olarak sunulan bu geniş özgürlük alanı nedeniyle Protestan teoloji, modern kuramların göz ardı edemeyeceği öğretileri içinde barındırmaktadır. Bu nedenle, günümüzde modern medeniyet adıyla varlık bulan insani “yaratım”ın temellerinde Protestanlığın teolojik ilhamı kendini kolaylıkla göstermektedir. Modern medeniyete temel sağlayan Protestan teolojinin, en önemli yaklaşımının insani bilinci manevi sınırlarından kurtarıp dünyevi yaşama hasretmiş olmasına karşın, özellikle Protestan inancına sahip toplumların modern medeniyetin en düşük ahlaki düzeyinde olduğunu görmek zor değildir. Dünyevi tasarruflarda insan bilinci ve onurunu oldukça yücelten ve bu yönüyle “Aydınlanma” nın yolunu ışıtan Protestan inancının, bağlıları arasında sıradan bir dinsel öğretinin dahi gerektirdiği sosyal erdemlilik ve adalet duygusunu geliştirememiş olduğu pek yaygın bir kanaat, hatta tecrübedir. Bu nedenle Protestanlık, aynı dünyayı paylaştığımız mensuplarına, en azından dünyevi anlamda ahlaklılığı öneren dinsel bir bağlayıcılık sağlayabilmesi konusunda önemli şüpheler içermektedir.
Doktrinleri itibarıyla ele alındığında Protestan reformu, öncelikle Katolik Kilisesi’nin Hıristiyanların günahlarının affı için onlara yüklediği ve daha sonra istismar ettiği ağır ibadet ve dinsel yükümlülükleri şiddetle reddetmiştir. Bunların yerine, kişisel erdem ve iyi davranışlar olmaksızın “sadece imanla aklanma” öğretisini tesis edilmiştir. Bu öğreti, eylemsiz bir iman anlayışı ile birlikte Protestan teolojinin katı kadercilik inancının kaynağını oluşturmaktadır. Bu da imanın zihinsel bir tasdik konusu olmadığı, imanın Tanrı tarafından insanın kalbine “dışarıdan” lütfedildiği, Tanrı’nın insanların kurtuluşuna ilişkin kararlarını çok önceden vermesi nedeniyle iyi davranışların ilahi kurtuluş açısından bir anlamı olmadığı gibi Protestan doktrinlerini ortaya çıkarmıştır. Bu doktrinler, Protestan inancına sahip olan insanların bu dünyada imanlı olmak ve kurtuluşlarını ümit etmekten başka dinsel bir sorumluluk içinde olmadıklarını ifade etmektedir.Temelleri 5. yüzyılda ünlü Hıristiyan teologu Augustine tarafından atılan ve insanların kaderlerinin Tanrı tarafından çok önceden belirlendiği ilkesine dayalı Protestan kader anlayışı doğrultusunda, Hıristiyanın bu dünya yaşamındaki mutluluğu, o insanın Tanrı’nın rahmetine sahip olması, dolayısıyla kurtuluşa yakın olduğunun işareti olarak düşünülmüştür. Nitekim teolojik metinleri bağlamında ele alındığında, Protestan teolojinin dinsel gerekçelere dayalı dünyevi bir tutum belirlemediği ve bu nedenle din temelli ahlaki bir sınırlılık geliştirmediği görülmektedir. Din sadece öte dünyaya dönük olan bir kurtuluş şerididir; dünya ise sadece dünyaya ait irade ve kuramlarla sürdürülmelidir. Reformasyonun öncülerinden olan Martin Luther, John Calvin ile birlikte, dinsel anlamda dünyevi eylemsizliği ve kader anlayışını şekillendiren Protestan liderlerdendir. Bu nedenle, özellikle Lutheran teoloji, dinsel ile dünyevi olanı birbirinden katı bir şekilde ayırmış ve dünyevi yaşamın evlilikten eğitime, sanattan siyasete kadar bütün alanlarını dinden uzak bir dünyevi alan içine yerleştirmiştir. Bunun sonucu olarak da, dünyevi yaşamda dinsel gerekçeli ahlaki düşünceye ve buna ilişkin yaptırım kurumuna sahip olmaması, Protestanlığın önemli sorunu olarak ortaya çıkmıştır. Protestan düşüncenin dine dayalı dünyevi davranışları yadırgayan ve dinsel anlamda dünyevi erdemliliğe değer vermeyen yaklaşımının önemli bir dünyevi ahlak sorununu doğurduğu henüz reform çağında fark edilmişti. Protestan ahlakiliğinin teolojisinden kaynaklanan önemli sorunlar içerdiğine ilk dikkat çeken kişi ise Lutheran Protestanlığın etkin reformcularından olan ve reform tarihi araştırmalarında yakın zamana kadar göz ardı edilen Philip Melanchthon’dur.
Protestanlığın “sadece imanla aklanma”, “hukuk ve İncil ayırımı” ve “iyi davranışların aklanma sürecindeki dinsel etkinsizliği” doktrinleri, aslında Protestan teolojinin katı kaderciliğinin temellerini oluşturmuştur. Bu durum, dinsel olarak insanın davranışlarından sorumlu olmaması ve olan her şeyin Tanrı’nın ilahi yazgısı bağlamında gerçekleştiği sonucunu doğurmuştur. Elbette bu anlayış, dinsel açıdan aklın ve insani yeteneklerin âtıl hale getirilmesine ve bireysel sorumsuzluğa yol açmıştır. İnanç boyutunu bir yana bırakacak olursak, bu anlayış en azından dünyevi anlamda önemli bir ahlak sorununa neden olmuştur. Nitekim modern toplumu oluşturan etkenlerden önemli birisi olan Protestanlığın ortaya çıkışı ile dünyada yaşanan şiddet ve adaletsizliklerin azalması biryana, artarak sürmesi Protestanlığın dünyevi ilişkilerde bireylerin davranışlarının dinsel bir ölçütten yoksun bırakan öğretileri arasında ilişki kurmak pek de zor görünmemektedir. Çünkü aynı zamanda Tanrı krallığının üyesi olan evangelik Hıristiyan, dinsel amaçları doğrultusunda ya da dinsel gerekçelerle, en azından dünyevi anlamda olumlu tutum ve davranışlar sergilemek zorunda değildir. Zira onu bu dünyada olumlu bir yaşantı içine yönlendirecek dinsel bir vaadin telkininden uzaktır. Olan her şeyin ilahi yazgıyla olduğu inancı ile birleşen bu düşünce, Protestan toplumun ahlak sorununun temelini oluşturduğu veya Protestan ahlakiliğinin dinsel temellerden yoksun olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Diğer bir deyişle, Protestan inancına sahip olanların dünyevi ilişkilerde erdemli ve ahlaklı olmaları konusunda dinsel bir bağlayıcılık söz konusu değildir. Çünkü Protestanlık sırf Tanrı’yı hoşnut etmeye ve dinsel beklentilere yönelik erdemlilikleri Tanrı’nın dikkate almadığını savunmaktadır. Dünyevi ilişkilerin düzenlenmesinde ise sadece seküler idareciler ve yasalar yetkilidir.Lutheran konfesyon metinlerinde yer alan dinsel hukukun ahlaki etkisini sağlayacak olan “hukukun üçüncü kullanımı” konusunda da teolojik birliğin sağlanamadığı görülmektedir. Bu durumda, Protestan Hıristiyanların katı kaderci doktrinleri ve dinsel anlamda tutum ve davranışlarından sorumlu olmamaları, ahlaki sorunlar kadar sosyal adaletsizlik ve güvensizlik ortamlarına yol açıcı bir potansiyeli içerdiği söylenebilir. Nitekim Lutheran inançların etkili olduğu Almanya ile özdeşleşen Nazi tecrübesi ve yaşanan dünya savaşı sonrasında, Luther’in insanın fiillerinden dinsel açıdan sorumsuzluluğu öğretisi, Protestan teologlar arasında ahlak bağlamında yoğun olarak tartışılmaktadır. Özellikle Nazi rejimi sırasında Luther’in dünyevi olarak bağlayıcı dinsel temelli bir ahlak manzumesi önermemesi ve bu düzenlemeyi siyasal otoriteye bırakması nedeniyle pek çok Lutheran din adamının Nazi ideolojisi yanında yer aldığı için oldukça yoğun eleştiriler dile getirilmektedir.50 Ernst Troeltsch’e göre Luther, Hıristiyan ahlakiliğini iki ölçüte dayandırmıştır. Bunlardan ilki, özel ve bireysel ahlakilik “mutlak” bir sevgi kuralına bağlanmıştır. Bu kural “sadece imanla aklanma” öğretisini içeren dinsel bir temele oturmaktadır. Genel ve toplumsal ahlaklılık ise “göreceli” bir adalet kuralına bağlanmıştır.
Martin Luther: Kişilikli bir adamdı. Kişiliğinde bir tür güç vardı. Bu güç ise, içindeki derin inançtan kaynaklanmaktaydı. Çok cesur bir insandı. Bu cesaretin sebebini de biliyoruz. Çünkü hayatının son 25 yılında onun başına bir ödül konulmuştu. Fakat bu bile onu hiçbir şekilde durdurmadı ya da yavaşlatmadı. Onun hakkında bazı yanlış anlamalar vardı. Bazı insanlar Luther’in bir köşeye çekilip; Reformasyonu planladığını düşünürler. Bu, Luther’in değil; Tanrı’nın Reformasyonuydu. Esasen Luther’in kendisi de buna inanıyordu. Şu şekilde bir tanım yapmıştı: “ Reformasyon aslında tamamen bir rastlantıydı. Ben bu gibi konularda akılsız ve yetersizdim. Hepsine kaza eseri karıştım. Özellikle bunun içersine girmek istediğimden olmadı.”
Martin Luther, 1483 yılının Kasım ayında bir köylü olarak doğdu. “Ben bir köylüyüm, babam da; büyükbabam da köylüydü. Biz hepimiz köylüydük.” Halktan bir insandı. Luther’in alışılagelmişliğin dışında bir yönü vardı. Bu da, bir köylüye nazaran; çok derin bir eğitim almış olmasıydı. Babası bir maden işçisiydi. Babası Hans, işini sürekli olarak geliştirmeyi planlıyordu. Arkadaşlarıyla birlikte bir maden satın aldılar. Belli bir zenginliğe ulaştılar. Böylece de oğluna üniversitede okurken yardımcı olabildi. Babası onun bir avukat olmasını istiyordu. Bu kendisinin değil; babasının yaptığı bir seçimdi. Çünkü o devirlerde oğullarının mesleklerine babalar karar verirdi. Bu yüzden master yaptıktan sonra, üniversitede hukuk eğitimine başladı. Bu eğitim esnasında yüreği bunu istemiyordu. Çok yakın bir arkadaşının ölümünden sonra, Luther sonsuzluk hakkında düşünmeye başladı. O günlerde her insanın kabul ettiği görüş şuydu: Şayet kişi cennete gitmek istiyorsa; kendini bir manastıra kapayıp, rahip olmalıdır…. Avukatlık eğitiminde geçirdiği yaklaşık 2 aylık eğitimden sonra, vicdanı kendisini rahatsız etmeye başladı. Ve yüreğinin derinliklerinde Tanrı’ya hizmet etmesi gerektiğini hissetti. Eğitiminin 2. ayında babası ile bu konuyu görüşmek için köyüne döndü. Babasının kendisine, rahip (sofu) olması için izin vermesini istedi. Babası kabul etmeyip, okuluna geri dönmesini istedi. Luther, söz dinleyen bir evlat olduğundan, okuluna geri döndü fakat bu yaptığından hoşnut değildi. Luther, okula dönerken çok yakınına bir şimşek düşer. Korkuyla: “Aziz Ann! söz veriyorum, rahip olacağım.” der.
Bir yemin etmişti ve bunu da kesinlikle yerine getirmeliydi. Babasına tekrar giderek:” Baba, Tanrı senin isteğinden farklı bir şeye karar verdi.” dedi. Daha sonra Luther, hukuk kitaplarını satarak; bir manastıra gitti. Babası bu durumdan hiç hoşnut değildi. Luther, birçok ünlü manastıra girebilecek nitelikteydi. Dominikler ya da Fransiskalılar manastırı gibi. Fakat Almanyadaki diğer manastırların yanı sıra, Augustin manastırını seçti. Çünkü çok disiplinli ve katı kurallara sahiptiler. Luther, cennete gitme konusunda çok ciddiydi. Birkaç alıntıya bakalım:
“Eğer herhangi bir kimse, bir rahip olduğundan cennete girebilecektiyse; o ben olurdum.” diyor . Yaklaşık 3 gün boyunca hiçbirşey yiyip içmeden oruç tutardı. Kışın dondurucu soğuklarda geceleri soğuk taşın üzerinde uyurdu. Fırsat bulduğu her durumda dua ederdi. O kadar çok günah çıkarmaya giderdi ki; papaz ona artık gelmemesini bile söylemişti. İmanı konusunda çok büyük bir ciddiyet içersindeydi. Tüm bu kargaşanın içersinde Luther’in içindeki ses ona, tüm bu yaptıklarının Tanrı’yı hoşnut etmediğini söylüyordu. Aslında yaptığı iyi işlerde bile bir bencillik olduğunu biliyordu. Kendi amaçlarına hizmet etmek için Luther, Tanrı’yı kullanıyordu. Tüm bu yaptığı iyi işlere rağmen ruhunun derinliklerinde bir boşluk hissederek şöyle diyordu: “Ben Tanrı ile barışık değilim.” Kendisine bir anlamda hocalık eden kişiye giderek, içindeki huzursuzluğu giderebilmek için ne yapabileceğini sordu. Hocası ona iki şey yapabileceğini söyledi: “Birincisi, git doktora programına yazıl, o seni çok meşgul edecektir. İkincisi de: kendine bakmayı bırak ve o bakışlarını İsa’ya yönlendir!.” Aslında çok bilgece bir tavsiye bu!
Bunun üzerine Luther, 1512’de doktorasını tamamladı. Bunun sonucunda da artık onun mesleği, Tanrı Söz’ünü okumak, çalışmak ve Kutsal Yazıları öğrencilerine öğretmekti. Ama Luther sadece bir profesör değildi. Aynı zamanda Wittenberg adlı bir şehirde, vaizlik de yapıyordu. Yani burnu büyük teologlardan değildi. Halkın içinde ve onların yaşantısıyla bir aradaydı. Çoğu Pazar günleri vaaz verirdi. Kutsal Yazıları çalışmasıyla birlikte Aziz Augustin’in yazılarını da okumaya başladı. Kutsal Kitap’ta da elçi Pavlus’un Romalılar ve Galatyalılar kitapları üzerine yoğunlaştı. Belirli bir zaman sonunda sadece imanla aklanma konusunda fikir sahibi olmaya başladı. Bu görüşlere ve bu birikimlere bir anda değil; 4-5 yıllık çalışmanın sonucunda yaptı.
Biliyorsunuz, Aklanma hem Lutheranlar, hem de Reformistler için çok anahtar bir öğretidir.
Aklanma Nedir?
İçinde hissettiği huzursuzluk ve endişe yüzünden Luther, iyi işlerle Tanrı’yı hoşnut edemeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden de bir günahkarın, Kutsal bir Tanrı’yla nasıl doğru bir ilişki içersine girebileceği konusunda derin derin düşünmeye başladı. Luther için Aklanma Öğretisi çok büyük oranda ilk günahla ilişkiliydi. Onun için ilk günah (Özgün günah) konusunda iki şey çok önemliydi. Adem meyveyi alıp yediğinde iki şey oldu:
a) Meyveyi yemesiyle birlikte hem kendi üzerine;
B) Hem de kendisinden doğan bütün insanlık üzerine yasal bir suçluluk getirdi. Bu yasal suçluluğun yanısıra, ahlaki bozukluk da geldi.
İşte Aklanma öğretisi de kişinin üzerine getirmiş olduğu bu yasal suçluluktan nasıl kurtulabileceği, bunu ortadan nasıl kaldırabileceği ile ilgilidir.
Tanrı ile doğru bir ilişkiye nasıl girebilirim? Yani özellikle benim yüreğim bozulmuşken, çürümüşken, Tanrı’yı hoşnut eden şeyi yapmak istemezken; doğru bir ilişki içersine nasıl girebilirim?
Bunun sonucunda Luther anladı ki, Aklanma ve Kurtuluş, kendi yapmış olduğu şeylerle değil, Tanrı’nın yapmış olduğu şeylerle ilgilidir. İşte bu öğretiler sonucunda Luther, “içine konma” kavramını buldu. Bu öğretiye göre, Mesih’in doğruluğu günahlıya, günahlının günahı ise Mesih’e aktarılır. Yani “İçine konur” Ve Luther şunu dedi: “Ben bu gerçeği fark ettiğimde; kendimi yeniden doğmuş gibi hissettim.”
Luther’in kim olduğunu anlamak için, tüm bunları bilmek çok önemlidir.
Fark ettiyseniz, Martin Luther’in yaşadığı içsel çelişkilerinden bahsettim. Şimdi de Reformasyon hareketini başlatan çok önemli tarihsel bir olaya değinmek istiyorum:
Endüljans: Papa X. Leo Roma’daki aziz Petrus katedralini tekrar inşa etmek istiyordu. Bu projeye maddi olarak destek bulmak için tüm Almanya üzerinde endüljans satılması için direktif verdi. Endüljans dedikleri bir kağıt parçasıydı. Papanın verdiği bu kağıt parçası yetkisiyle bir insanın, Araf denilen yerde geçirdiği zamanı ya tamamen ortadan kaldırılıyor; ya da azaltabiliyordu. Katolik öğretisinde Araf, acı verici bir yerdir. Öyle ki, kişiler işledikleri her bir günah için cezalarını çekerler. Katolik öğretisine göre, herkes de günahkar olduğundan, bundan şu anlam çıkmaktadır: hemen hemen herkesin bir zaman için Araf’a gideceklerine inanıyorlardı. 1000 ya da 2000 yıl. Bu da küçük günahkarlar için. Eğer para vererek bu endüljansı satın alabilseydiniz; Araf’ta geçireceğiniz zamanı azaltabilir ya da tamamen ortadan kaldırabilirdiniz. Bu nedenle de insanlar büyük bir istekle endüljansları satın aldılar.
Soru: Katolik öğretisindeki bu öğreti hala olduğu gibi devam ediyor mu?
Yanıt: Evet. Bu öğreti hiçbir zaman Katolikler arasında reddedilmedi.
Bir başka önder: Ama şimdi endüljanslar satılmıyor.
Konuşmacı: Belli durumlarda, belli konumlarda hala satılmaktadır. Ama Katolikler bundan bahsetmeyi fazla sevmiyorlar.
Tüm Ortaçağ boyunca kendi kişisel durumlarınız için endüljans alabiliyordunuz. Ama 1460 yılında çok olağandışı birşey oldu. Papa IV. Sixtus’un kararına göre artık herhangi bir kişi bir başka kişi adına da endüljans alabiliyordu. Bu o yıllarda yeni bir düşünceydi. Diyelim ki kişinin annesi ölmüşse, Araf’ta ise, onun için endüljans alabilecekti. Roma’daki aziz Petrus katedralini işte böyle inşa ettiler. X. Leo ve başka bir piskopos arkadaşı Tetzel adında bir kişiyi endüljans satması için tuttular. Şahşaalı yürüyüşler yaparak endüljans satmaya çalışırdı. Bu kişi şehire geldiğinde orkestralarla, müzik eşliğinde bayraklar sallanırdı. Böylece tüm dikkatler Tetzel üzerine çekilirdi ve o, vaaz verirdi. Bu kişinin verdiği bir vaazdan küçük bir parça okumak istiyorum:
“Ölmüş anne-babalarınızın sesini işitebiliyor musunuz? Onlar acı içinde bağırıyarlar: ‘Acı bana! Acı bana! Çok büyük cezalar çekiyoruz. Lütfen bizi kurtarın! ’ diye. Kulak verin! Anne-babalarınız bağırıyorlar.” Ve insanlar da büyük meblalarda paralar ödüyorlardı. Tetzel satış yaparken şu sözü söylüyordu: “ Torbaya atılan her para, cennetten çıkan canı gösterir. Bir para bir can” Tetzel bu yolla çok açıkca insanları sömürüyordu.
Martin Luther, kendi kilisesinin de endüljans satın almaya giden kişilere doğru kaydığını gördü. Fakir insanlar bile, son kuruşlarıyla endüljans satın aldılar. Halkın çobanı olan Luther, kendi halkının iyiliği konusunda kaygılanmaya başladı. Bu konuda birşeyler yapmaya karar verdi. Hatırlarsanız o, aynı zamanda bir profesördü. Ve endüljans satışlarını çürüten ve 95 tane karşıt görüş içeren Latince bir yazı yazdı. Bu yazının Latince yazılması çok önemli bir detaydı. O zamanın halkı Latince bilmiyordu. Böyle yapmasının sebebi, profesörler yani tüm eğitimli kişiler arasında bir tartışma başlatmaktı. Yazmış olduğu bu 95 maddeyi gidip, kilisenin kapısına çiviledi. Daha sonra kendisinin bile özel olarak planlamadığı birşey oldu: Kim olduğu hakkında kesin fikrimiz olmayan bir kişi, bu 95 maddelik yazıyı alarak Almanca’ya çevirdi. Bunları alıp, çoğaltarak; tüm Almanya’ya dağıttılar. Ve bu dağıtım sonucunda Luther, birdenbire bir kahraman oldu. İnsanları sömüren bu kişilere kafa tutan tek kişi olarak gösterildi. Aniden halkı temsil eden bir kişi durumuna getirildi. Bu 95 madde kilisenin öğretisini reddetmiyordu. Bu aşamada Luther’in ilgilendiği şey, kilisenin öğretisi değil; kişilerin sömürülmesiydi. Bu yüzden asıl ilgilendiği kilise öğretisinde bulunan bir şeyin saptırılmasıydı. Luther bu olaydan sonra daha da cesaretlendi. İnsanlar ne öğrettiği konusunda gelip kendisine sorular soruyorlardı. İçinde bulunduğu Augustin manastırının liderleri bu durumdan biraz kaygılanmaya başladılar. Tüm bu olayların cereyan ettiği sırada Luther, sadece var olan kuralın saptırılmasının ötesine geçip, Kutsal Kitab’ın temel öğretileri üzerine düşünmeye başlar. Ör: Aklanma..1518 yılında kendi önderleri Heidelberg’e gelip kendi görüşlerini onlarla paylaşması için Luther’i çağırırlar. Şu ana kadar onu hiçkimse yanlış öğreti yayan bir kişi olarak nitelemiyordu. Sadece onun için “biraz alışılmışın dışında” diyorlardı. Ertesi yıl Leipzig’de çok ünlü bir münazaraya girer. Almanya’daki çok ünlü bir bilim adamı Johann (Yohan) Eck ile münazara yapar. Ve herkesin kafasında Eck, Luther’e sanki gününü gösterecek gibi bir düşünce hasıl oldu. Çünkü Eck, Ortaçağ bilginlerini, Luther’den çok, Luther ise, Kutsal Kitab’ı Eck’den çok daha fazla biliyordu. Çok açık olan Luther’e sahip olduğu gücü ve yetkiyi veren budur. Eck, tüm bu tartışma boyunca Luther’i çok radikal ya da beklenmeyen bir şeyi söylemesi için kışkırtmaya çalışıyordu. Sonunda bunu başardı da….
Luther kızarak şöyle dedi: “Papa hata yapabilir.” …….Herkes bunun üzerine çok şaşırır. Luther, papanın ve kilise komitelerinin de hata yapabileceğini söylediğinde; başını birçok belalara sokmuş olur. Zira Luther için en üst yetki ne papa, ne de kilise komitesiydi. Onun için tek yetki Tanrı Söz’üydü. Eck, Luther’i öylesine kızdırdı ki, o daha sonra çok daha fazla çalışmalar yaptı, yazılar yazdı. Yazdığı her kitap, kiliseye karşı bir önceki yazdıklarından daha cüretkar; daha cesurdu.
1520 yılında hat safhaya gelen Luther, en sonunda papayı red ettiğini söyledi.Yazdığı ilk kitabın adı: “Hristiyan Asaletine İlişkin” Bu kitapta kilisenin kendini yenileyemediğini, bu yüzden de Hristiyan asil ve liderlerinin kiliseye bu reformasyonu getirmeleri gerektiğini söyledi. Kutsal Kitab’ı yorumlayabilecek ve anlayabilecek olanların sadece papa ya da üst mertebedeki kişiler olmadığını söyledi. Bunu red etti. Aynı zamanda rahiplerin de bekar kalması gerektiğini söyleyen öğretiyi de kabul etmediğini vurguladı. İsteyen her rahip ya da manastıra kapanmış olan kişinin, bulunduğu yeri bırakıp çıkabileceğini aktardı. Bu kitap Katolik kilisesinde çok tepki uyandırdı ve çok kızdırdı. Ve bu ilk kitabın akabinde aldığı tepkilerden sonra, adı “Babil Tutsaklığı” olan daha cüretkar bir kitap daha yazdı. Sanki bu kitabı yazmakla eline bir bıçak alarak, Katolik kilisesinin kalbine saplamış oldu. Bu sefer de Katolik kilisesinin yaptığı Rabbin Sofrası öğretisine saldırmıştı. Zira Rabbin sofrası öğretisi, Ortaçağ sonlarındaki Katolik kilisesinin çok merkezi bir öğretisiydi. Bu öğreti ile ilgili Roma Katolik kilisesinin 3 tane hatası vardı.
a) Katolik kilisesi 9. yy.’ın içinde normal insanların bu şaraptan içemeyeceğini; sadece ekmekten alabileceğini söylemeye başladılar. Luther:” Bu, Kutsal Kitab’a karşıdır. Herkes hem şaraptan, hem ekmekten alabilmelidir. ” dedi.
B) Katolik öğretisinde ekmek ve şarabın Rabbin Sofrasında o anda gerçekten İsa’nın kanına ve bedenine dönüştüğü öğretisi vardı. Luther bunu red etti. Bu dönüşüm öğretisine göre Katolik kilisesinde bu inanışa göre rahip ekmeği ve şarabı bereketleyip dua ettiğinde; elindeki ekmek ve şarap gerçekten hem İsa’nın bedeni, hem de kanı oluyordu. Her ne kadar İsa’nın bedeni ve kanı gibi tadı olmasa da; bu kişilere göre gerçekten hem beden hem kan oluyordu.
Luther bunun da Kutsal Kitab’a aykırı olduğunu söyleyerek, reddetti.
c) Ayin içinde kurban sunuş öğretileri vardı. Çünkü Katolik öğretisine göre, bu kişiler Rabbin Sofrasını her yapışlarında O’nun tekrar ve tekrar çarmıhta öldüğünü düşünüyorlardı. Luther yine bunun da Kutsal Kitab’a uygun olmadığını söyledi.
Luther 1520 yılının Haziran ayında Roma papalığı üzerine küçük bir kitap yazdı. Bu kitapta da papanın Mesih karşıtı olduğunu söyledi. Çok cesurca bir söz değil mi? Bu laftan sonra Luther’in aforoz edilmesine şaşırmamalı. Martin Luther’in aforoz edilmesi Mezmur 74:22. ayete dayandırılmıştı: “Kalk, ey Allah, kendi davanı gör; Akılsızın bütün gün sana sitem ettiğini an.” Kısacası Katolik kilisesi Luther’e “akılsız” diyor. Bu yaptığı şeyden tövbe etmesi için kendisine 60 gün süre tanındı. Yoksa, aforoz edilecekti. Aforoz edileceğini bildiren kağıdı alarak, çok büyük bir ateş yaktı. Bütün arkadaşlarını çağırdı. Herkesin gözü önünde bu kağıt parçasını ateşe atarak yaktı. Bu davranış papayı daha da kızdırdı. 1521 yılının Ocak ayında resmen aforoz edildi. Fakat sapkın öğreti yayan bir kişiyi aforoz eden kilisenin kendisi değil; o zamanlarda bunu yapan yerel hükümetti. Luther, kilise tarafından sapık öğreti yayan bir kişi olarak ilan edildikten sonra, onu bir mahkeme dahilinde yargılamak devletin görevi olmuştu. Bunun üzerine o zamanın Alman imparatoru olan V. Charles, cezasını çekmek üzere bir şehre çağırıldı. İmparator Luther’e bu davaya geldiği takdirde ceza vermeyeceğini, ve mahkeme sonucu ne olursa olsun onun hür bir kişi olarak çıkıp gideceğini söyledi. Zararsız bir kişi gözüyle bakılıyordu. Luther bunun üzerine katılacağını bildirdi.
Katılmaya karar vermesi cesurca bir davranıştı. Zira daha önce bir başka kişiye de aynı söz verilmiş ama bu kişi mahkeme sonunda yakılmıştı. Luther aslında bu şehre giderek çok büyük bir risk almış oluyordu. Luther bulunduğu şehirden mahkemenin bulunduğu şehire gidinceye dek, geçtiği tüm şehirlerde insanlar onu alkış yağmuruna tutuyorlardı. Halk arasında tanınan ve sevilen bir kişiydi. Yargılanacağı şehire geldiğinde ise kimse onu alkışlamamıştı. Halk Luther’i seviyor ve imparatora karşı büyük bir şüphe besliyorlardı. 17 Nisan 1521 yılında Luther papanın, prenslerin ve imparatorun önünde muhakeme edilmek üzere geldi. Saat 16’da muhakeme edilecekti. Traş olup, rahip giysisini giyerek mahkemeye gitti. Herkeste iyi bir izlenim bırakmak niyetindeydi. İmparator Luther’i 2 saat bekletti. Ne kadar heyecenlanabileceğini, rahatsız olabileceğini bir düşünün! Sonunda onu çağırdıklarında hava kararmıştı. Saat 18’di. Odanın etrafında yanan meşaleler ortamı hem ısıtmış, hem de dumanlı bir görünüm vermişti. İspanyol askerleri odayı çepeçevre sarmışlardı. İmparatorun yanındaki insanlar Luther’i konuşturmaması gerektiğini ve onun bir şeytan olduğunu söylüyorlardı. Bunu, Luther ağzını açtığında imparatoru ikna edebileceğini düşündüklerinden istemiyorlardı. Luther bu büyük odanın tam ortasında durdu. Önünde imparatorun tahtı ve onun yanında Almanya’nın farklı bölgelerinin prensleri oturuyorlardı. Burada oturan kişiler güçlü kişilerdi. Luther’i yargılayacak olan savcılar Luther’i odanın ortasında karşılayarak; iki soru yönlendirirler: Aachen (Ekın) adında bir kişi köşedeki masayı göstererek şöyle der:
Aachen: Masanın üzerindeki kitaplar sizin mi?
Luther: Evet benim.
Aachen: Yazdığınız şeyleri reddedecek misiniz?
O ana kadar cesur olan Luther korkar ve şöyle cevap verir:
Luther: Lütfen bunu düşünmek için bana 24 saat verin.Ne kadar cesur olursa olsun hayatının tehlikede olduğunu gören her kim olursa olsun Luther gibi korkudan titrerdi.
İmparator Luther’in teklifini kabul ederek, 24 saat düşünmesi için ona bu zamanı tanımaya karar verir. Luther yaşadığı yere geri döner. Tüm gece boyunca Kutsal Yazıları okur, dua eder ve arkadaşlarıyla konuşur.
Bu süre zarfında mahkeme olduğu salon daha da kalabalıklaşmıştır. İmparator yine karanlık basıncaya kadar onu bekletir. Luther saat 18’de yine bu odaya getirilir. Savcı Aachen yine aynı soruyu yönlendirir:
Aachen: Bu yazıları reddedecek misiniz?
Luther bu soruya çok ünlü bir yanıt vermiştir.
Luther: Kutsal Kitab’ın Söz’üyle ikna olmadığım sürece tövbe edemem ve etmeyeceğim! Çünkü bir kişinin vicdanına karşı eylem içersinde olması, ne güvenli; ne de bilgecedir. İşte burada duruyorum. Başka hiçbirşey yapamam. Tanrı’m bana yardım etsin!
Ve bu sözün akabinde odada buluna İspanyol askerleri: “Ateşe atın! Ateşe atın!” diye bağırmaya başlarlar.
Luther’in korkudan yüreği ağzına gelir. Fakat imparator sözünün eridir. Ve der ki: “Yaşadığın yere git ve bekle!”
Çok ilginçtir ki, bu imparator kendi adamlarını Luther’in yaşadığı yere göndererek; onun fikirlerini bir parça yumuşatma, geri çekme çabasını da göstermiştir. Ve Luther herşeye rağmen: “HAYIR!” der.
Bunun üzerine imparator Luther’i 21 günlük bir koruma altına alır. Luther yargılandığı şehiri terk ederek yaşadığı yere döner. Havanın karardığı bir anda at arabasıyla giderken; beş atlı Luther’in arabasını durdurarak, onu dışarıya çıkarırlar. Onu bir ata bindirerek gecenin karanlığında gözden kaybolurlar. Herhalde Luther o anda hayatının sonunun geldiğini düşünüyordu. Fakat daha sonra Luther’in prens Frederick tarafından kendi güvenliği için kaçırıldığı anlaşılır. Prense ait bir kaleye görülür.
Luther’e tanınan bu 21 günlük süre sonunda artık o yanlızca sapık öğreti yayan bir kişi olarak değil; aynı zamanda bir kaçak gibi başına ödül konulmuş bir kişi olarak da aranıyordu. Luther bu kalede yaklaşık bir yıl boyunca kaldı. Kimliğini değiştirdi. Sakal uzattı. Bir asker üniforması giyerek asker kılığına girdi. Fakat yaptıkları bundan ibaret değildi. Bu kalede yaşadığı süre zarfında, reformasyon hareketi için de çok önemli etkisi olan bir şey yaptı. İncil’i halkın dili olan Almanca’ya çevirdi. O ana dek hiçbir Alman, Tanrı Söz’ünü kendi dilinde ne okumuş; ne de duymuştu. Çünkü hepsi Latince idi. Yaptığı bu işin sonucunda artık kişilerin ellerinde kendilerinin anlayabileceği bir Kutsal Kitapları vardı. Reformasyon hareketinde bu olay çok önemlidir. Çünkü Kutsal Kitap artık halkın elinde vardı. Bu noktadan sonra reformasyon hareketi başlamış oldu.
Luther 1 yıl sonra yaşadığı şehire geri döndü ve insanları bu konuda yönlendirmeye başladı. Almanya’dan başlayarak, İskandinav ülkelerine yayıldı. 1555 yılında Lutheranlık yasal olarak kabul edildi.
Soru: Kutsal Kitab’ın Almancaya çevirilmesinden sonra, İskandinav ülkelerine yayılması nasıl gerçekleşti?
Yanıt: İki şey oldu. Bunlardan birincisi: Halk Kutsal Kitab’ı kendi dilinde okuduğunda; bu Araf üzerine olan öğretinin, Kelam’a uygun olmadığını fark ettiler. Bundan sonra da birkaç Alman prensi Luther’i desteklemeye başladılar. Her ne kadar Luther’in kafasına ödül konmuş olsa da, imparator hiçbir zaman ona ulaşamadı. Zira hem prenslerin, hem de halkın bir bölümünün koruması altında idi. Bir üniversite bulunan bu şehirde Luther, liderler yetiştirmeye başladı. Kitaplar yazarak başka şehirlere de yolculuk yaptı. Çalışmalarını ilerletti. Tüm bunlar olurken alışılmamış bir şey gerçekleşir. Beklenen şey imparatorun ordusuyla gelip Luther’i tutuklamasıdır. Ama bu esnada I. Francis ile uğraşmak zorunda kalan imparator, Luther yerine onlarla savaşmak zorunda kalır. Luther’in en savunmasız kaldığı zamanda Tanrı tarihin akışını değiştirerek onu korumuştur. Böylece Luther’i idam etmek ya da hapse atmayı düşünecek zaman bile olmamıştır. Çok ilginç olan da şuydu. Siz Türkler de Luther’e yardım ettiniz. Ne olduğunu duymak istiyor musunuz?
1521 yılında Türkler Roma imparatorluğunun doğu sınırlarını, Fransızlar da batı sınırlarını işgal etmeye başlamışlardı. Böylece imparatorun onunla uğraşacak durumu yoktu. Yani sizler de böylece yardım etmiş oldunuz.
Luther öğretide ve aile hayatında da reformasyon yaptı. Martin Luher’den önce evlilik, kilise tarafından çok küçük görülen birşeydi. Çünkü düşünce şuydu: Eğer bir kişi gerçekten Tanrı’yı seviyorsa; evlenmez ve gidip bir manastıra üye olurdu. Fakat buna kaşılık şöyle dedi: ”Hayır, iyi bir Hristiyan aynı zamanda iyi bir baba ve iyi bir koca olabilir.” Bu söz başını çektiği teolojik reformasyon kadar büyük bir etki yaratmıştı. Kilisenin evlilik hakkındaki görüşlerini anlatabilmek için aziz Jerome’un bir sözünü iletmek istiyorum: Hayatın farklı kesimlerine ilişkin sayısal çokluklar vardır. Bu sayısal çoklukları kalite bakımından verdi. Şöle söyledi: “Bir bakire kendisinde yüzde yüz kalite bulundurur. Bir dul yüzde altmış, evli bir kişi ise yüzde otuz.” Yani bu düşünce yapısındaki bir kişi için bakire kalmak yüz puan değerinde, dul olmak altmış, evli olmak ise sadece otuz puan değerindeydi.
Fakat Luther ise buna kaşılık evliliğin asil ve önemli birşey olduğunu söyledi. Kale içersinde bulunduğu zamanlarda İncil’i Almanca’ya çevirmekten başka önemli şeyler de yaptı. Manastır hayatı üzerine yazılmış olan kitapta, edilen yeminlerle ilgili bir kitap yazdı. Luther’in yazdığı bu kitaba göre bekarlık yemini etmiş olan bu kişiler yeminlerini bozarak evlenebilir diye yazıyordu. Bu kitap yakında olan bir manastıra ulaştı. Ve burada bulunan birçok kişi bunun olabileceğini söyledi. Rahibelerden birisi olan Katy Von Bora ile Luther 13 Haziran 1525’de evlendiler. Bu büyük bir skandal oldu. Çünkü sapık öğreti yaymakla suçlanan bir kişi, kaçak bir rahibe ile evlenmişti. Bu kişilerin batıl inançlarına göre, eğer bir rahip ile bir rahibe cinsel ilişkiye girerse; çocukları Mesih karşıtı olurmuş. Başlarının arkasında boynuzları, arkalarında yüzgeçleri bulunurmuş. Bu kişilerden çirkin bir yaratık doğarmış. Luther ilk oğlu doğduğunda onu dikkatlice inceledi. Ama oğlu çok sağlıklıydı. Hiçbir deformasyonu yoktu. Yani Mesih karşıtı falan da değildi.
Katolikler arasında geçen inanca göre, Luther’in Reformasyon hareketini başlatmasının tek sebebi şuydu: İçindeki şehvet duygusunu bastıramamış olması ve bekarlık yeminini bozmak için bir bahane yaratmasıydı. Luther’in evliliği yanlızca Katolikler için değil; kendi arkadaşları için de bir şoktu. En yakın arkadaşlarından biri olan Philip Melanchthon da aynı düşüncedeydi. Bu evliliğin onu bağlayacağını ve bir hata yaptığını düşünüyordu. Kendisini tam anlamıyla Reformasyona veremeyeceğini söylüyordu. Arkadaşlarının itirazlarına rağmen Luther yine de evlendi. Luther sırf sevgi için evlenmemişti. Bu aslında bir ilke sorunuydu. Bu ilke sorunu da şuydu: Bir erkeğin hem evli olup, aynı zamanda da Tanrı’ya hizmet edebileceğini göstermek istiyordu. Luther’in eşi ile olan ilişkisinden bahsetmek istiyorum:
Katy, küçük bir kızken, yakınlarında bulunan rahibe manastırına verilmişti. Luther’in yazmış olduğu kitabı okuduğunda doğru olduğuna kanaat getirdi. Bu kitabı okuyan 12 rahibe de doğruluğuna inandı ve kaçmak için planlar yapmaya başladılar. Kasabalarında balıkcılık yapan bir kişiden yardım istediler. Bu balıkcı manastıra 12 tane büyük varil getirdi. Ve aynı gece 12 varil dolusu rahibe ile orayı terk etti. Peki bu rahibeler nereye gideceklerdi?
Önce Luther’e gittiler. Zira ettikleri yemini tutmamalarını söyleyen kendisiydi. Luther’den kendilerini evlendirmesini istediler. Luther bir kişi dışında diğer 11 rahibeyi evlendirmekte başarılı oldu. Evlendiremediği eşi olan Katy idi. Onun genç bir adamla evlenmesini istedi. Her ikisi de birbirlerinden hoşlanmışlardı. Fakat erkeğin ailesi oğullarının kaçak bir rahibe ile evlenmesini uygun görmediler. Bu yüzden de Katy evlenmekten kaçtı. Bu kez de Luther yaşlı doktor Glad ile evlendirmeye kalktı. Bu adam çok yaşlı, Katy ise çok gençti. Onunla da evlenmeyi red etti. Çok güçlü bir karakteri vardı. Luther’e “bu kişi neden sen olmayasın?” diye sordu. Güçlü bir karaktere sahip olan bu rahibe karşısında Luther afallamıştı. Her dediğini yaptıran bir kişi olduğunu düşünüyordu. Ama kendisi bir kişinin hem evlenip, hem de Tanrı’ya hizmet edebileceğini papaya göstermek istiyordu. Ve böylece Luther Katy Von Bora’ya acıyıp, onunla evlendi. Her ne kadar evliliğe karar verdiyse de; bir arkadaşına yazdığı mektubunda: “Bu bayana karşı hiçbir şekilde yanıp-tutuşan cinsten bir sevgi ya da aşk hissetmiyorum. Fakat ona çok değer veriyorum. “ Yani Katy ile evliliğinde bir aşk değil; ama sorumluluk hissettiğini ve acıma hissinin baskın geldiğini görüyoruz. Sonunda çok harika bir evlilik oldu. Luther ve Katy’nin 6 çocukları oldu. Onlarla ilgili birçok hikaye kulaktan kulağa dolaşmıştır. Çocuklar ortalıkta koşuşurken, Luther’in kitap yazmakta ya da Kutsal Kitap çalışmakta ne kadar zorlandığı; Katy’nin ise sorumluluklarını yerine getirmeyen Luther’i azarladığına dair hikayeler duyulmuştur. Ama tüm bunlara rağmen çok zevkli bir evlilikleri oldu. Yolculuğa çıktığı zamanlarda eşine mektuplar yazardı. Bazen mektuplarına “domuz çiftliğinin kraliçesi” diye başlıyordu. Çünkü yemek için domuz yetiştiriyorlardı. Aralarında çok ince şakalaşmalar vardı. Tüm bunlarla birlikte Luther, eşine olan sevgisini anlatmakta çok nazikce bir yaklaşım sergilerdi. Bu derin sevgisini anlatabilmek için birkaç mektubundan alıntı yapmak istiyorum:
“Tüm Fransa’yı verseler bile, eşim Katy’yi vermezdim. Çünkü Tanrı beni ona, onu da bana verdi. “
“Katy’mi çok seviyorum. Evet onu o kadar çok seviyorum ki, kendimden bile çok. “
“Katy! Kocan (kendisi için) sana o kadar bağlı ki! Sen bir imparatoriçesin!”
İlşkileri hakkında birçok komik hikayeler anlatılır. İşte bir tanesi:
Luther para ile ilgili konuları hiç umursamazdı. Zenginlik, para onu hiç ilgilendirmiyordu. Bu konuda kötü bir ünü vardı. Her zaman masraflar ve faturalarla ilgilenen eşiydi. Evlendiklerinde Luther’in arkadaşı prens Frederick, bir çift gümüş şamdan vermişti. O kadar güzeldiler ki, Katy herşeyden çok bu şamdana değer vermeye başlamıştı. Birgün bir dilenci gelir ve kapıyı çalarak:
Dilenci: Dr. Luther karnım çok aç, bana yiyecek birşey verebilir misiniz?
Luther: Evde hiç yiyecek yok ama şu şamdanları sana verebilirim.
Ve şamdanları dilenciye verir. Katy küplere biner.
Luther’in kendi biralarını yapabilecek gereçleri vardı. Çok iyi bir bahçıvandı. 30 kişilik öğrenci grubunu evde yetiştiriyorlardı. Katy çok iyi bir ev sahibiydi.
Luther’in ailesi ile ilgili düşüncelerinden birkaç alıntı yapmak istiyorum:
“Bazı evlilikler sadece şehvet duygusundan ileri gelir. Fakat bu şehvet pireler ve diğer küçük yaratıklar arasında bile seyredilir. Ne zaman birbirimize hizmet etmeyi arzular ve bunu yaparsak, o zaman sevgi başlar.”
Çocuklar için söylenen bir başka sözü:
“Çocukları sevmeyen insanlar domuzdurlar. Domuz ve aptaldırlar. Erkek ve kadın denmeye layık değildirler. Çünkü Tanrı’nın bereketini hor görürler.”
Luther’in yaşamna baktığımızda her ne kadar sorumsuzluk gösterse de; çok iyi bir baba ve iyi bir eşti. Luther’in oğluna yazdığı çok müşvik ve teşvik edici mektupları, onu Kutsal Kitab’ı okumaya yönlendirmiştir.
Son bir hikaye ile bitirmek istiyorum:
16. yy.’da Almanya’da bir adam mirasıyla ilgili vasiyetini bildirdiğinde, bu mirası uygulamaya geçirecek bir başka erkek ismi vermek zorundaydı. Fakat yine Luther bu kuralları da alt ederek, bu sorumluluğu eşine verdi. Martin Luther’in bu davranışı, eşine olan saygısının emaresiydi. Zira eşi bu konuda tanıdığı birçok erkekten daha büyük bir yeteneğe sahipti.
Bu ana kadar olan konuşmalardan anlamanızı istediğim iki şey var:
1) Martin Luther Reformasyonu hem öğreti olarak; hem de Kutsal Kitap olarak yönlendirmiştir. Çünkü bu iki şey bizler için çok önemlidir.
2) Ailenin ve evliliğin yüceltilmesidir.
Eğer Luther’in bu iki önemli Reformasyon hareketin başını çektiğini bilmezsek, gerçekten bu kişiyi olduğu gibi algılayamayacağız.
Luther ve Lutheranlıkla ilgili konuya devam etmek istiyorum:
Aslında Luther’in kendisiyle, başlattığı akım arasında bazı farklar var. Bu kilise tarihinin çok üzücü gerçeğidir. Bazen belli akımları başlatan kişiler daha sonra bu akımın içindeki kişiler ya da oluşumlar tarafından reddedilirler ya da ihanete uğrarlar. Bunu bir pastör olarak söylemek istiyorum, konuşmacı olarak değil. Zaman içersinde gerçeği yumuşatmadan, ya da gerçeği başka bir tarafa yönlendirmeden; gerçek olan öğretiye bağlı kalmak çok önemlidir. Şu anda olduğu kadar, gelecekte de gerçeğe sıkı sıkıya bağlanmalısınız. Bu gerçek ne yazık ki, Luther’in korunmasını istediği kadar korunamadı. Luther, daha önce de bahsettiğimiz gibi, Philip Melanchthon adında bir kişiyle irtibatta idi. Bu kişiyi tanımak hem Luther’i, hem de onu izleyen kişileri anlamada çok önemlidir. Melanchthon adeta bir tür bulmaca gibiydi. Aslında Protestanlık akımının ilk sistematik teoloji öğretmeniydi. Bu kişi ilk sistematik teoloji kitabını yazdı. Kitabın ismi ” Loci Commones”. Ama Luther hiç de sistematik bir kişi değildi. çoğu zaman yüreğinden konuşan bir kişi idi. Aslında Luther’in, Melanchthon gibi düşüncelerini alıp, sistematik ve düzenlenmiş bir biçimde sunabilecek birisine ihtiyacı vardı. Luther, Melanchthon’u bir oğul gibi sevmişti. Luther onun için Kutsal Kitab’ın dışında dünyada gördüğü en iyi teolog olduğunu söylemişti. Bu yüzden Luther, Melanchthon’u kendi adına birçok toplantılara gönderirdi. Bildiğiniz gibi başına ödül konulduğundan; özgür değildi. her zaman dışarı çıkamıyordu. Ünlü Augsburg konferansına giderek; Augsburg İnanç Açıklamasını burada Melanchthon yazmıştır. Bu da Protestanlığın, ilk İnanç Açıklaması olarak geçmektedir.
İşte bu yüzden Philip Melanchthon, 28 yıl Luther’in iyi bir iş arkadaşı ve dostuydu. Hatta bazıları bu kişiyi Luther’in sağ kolu olarak nitelerler. Fakat aynı zamanda bu kişi bir hain olarak da nitelenmektedir. Bunun birkaç sebebi vardır.
Martin Luther öldükten sonra kendi yaşadığı şehirdeki (Wittenberg) ünivesitedeki ders programını değiştiriyor. Bu üniversitenin dersleri daha önce çok Augustinci, humanist ilkelere dayanırken; Melanchthon gelip Aristo mantığının öğretilerine dayandırıyor. Şayet Luther hayatta olsaydı, böyle birşeye onay vermezdi. Bazen Melanchthon Katoliklerle sanki aynı fikirde olmakla ya da bazı şeyleri sırf onlarla uyuşmak için kabul etmiş olmakla suçlanıyor. Aslında Luther’in son zamanlarda yaşadığı çok ilginç olaylar var. Bu iki olay da Melanchthon üzerinde gelişiyor.
Soru: Bu suçlamalar acaba Luther öldükten sonra mı yapıldı?
Yanıt: Kimi suçlamalar Luther’in ölmeden önceki dönemlerinde, kimisi de ölümünden sonra yapılmıştır. Hala bugün bile bazı şeyler için sorumlu tutulmaktadır. Bu konu aslında bir kilisede iyi ve sağlam liderliğin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.
Ör: Pastörünüz birçok kişinin gelerek sizlere seminer verebilmelerini sağlıyor. Bu kilisede önderler yetiştiriyor. Bunun gelecek için çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Konumuza devam edersek;
1541 yılında Katolikler ve Protestanlar arasında çok önemli bir toplantı gerçekleşir. (Almanya’da) Luther kendi adına yine bu toplantıya Melanchthon’u göndermişti. Hatta Luther’in yaşamnın büyük bölümünde bile, Protestanlar ve Katolikler arasında bir anlaşma yolu bulabilmek için hep bir çaba vardı. Luther çok ilginç birisiydi. Belki Katolikler bu önemli öğretiler (ör: aklanma gibi) hususunda fikirlerini değiştirirler diye umud ederek; her seferinde toplantılara gidiyordu.
Aslında 16. yy.’da Katoliklerin ve Protestanların yaptıkları toplantıda çok ilginç birşey oldu. İlk olarak bu iki grup arasında “aklanma öğretisi” hakkında bir anlaşma sağlandı. Ama bu anlaşma tam olarak Luther’in öğretisini yansıtmıyordu. Anlaşmaya varabilmek için sanki bu öğretinin bazı temellerinden ödün verilmişti. Biraz Katolikti ve biraz Protestandı. Bu anlaşmanın arkasında olan kişilerin en önemlilerinden birisi de Melanchthon’du. Bu anlaşma sonunda yazıya dökülen öğretiyi Luther’e getirdiğinde; bunu reddetti. Çünkü onun için bu öğreti çok fazla Katolikti. Aslında papa da bu öğretiyi gördüğünde çok fazla Protestanca bulduğundan; o da kabul etmedi. Böylece bu konferans büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Melanchthon’un bu davranışlarına karşın Luther yine de onu sevmeye devam etti. Melanchton bir bulmaca gibi gibiydi. Geriye dönüp baktığımızda, Luther’in Melanchthon’a neden bu kadar müsamahakar davrandığı da biraz muamma gibi. Bana göre, bu kişiyi bir oğul gibi sevmesi ve kolayca bırakmak istememesinden kaynaklanmakta.
Şimdi biraz Philip Melanchthon’un eğitimine bakalım:
Melanchthon 1518 yılında (bu 95 maddenin kilise kapısına çivilenmesinden 1 yıl sonra) Wittenberg üniversitesine gelir. 21 yaşında olmasına rağmen, tüm Avrupa’da bulunan en iyi bilim adamalarından biri olarak kabul edilir. 17 yaşında Tubingen üniversitesinde master’ını tamamlamış, daha sonra da kitaplar yazmaya başlamamıştı. 21 yaşında Grekçe bir ders kitabı yazdı ve uzun yıllar boyunca standart bir kitap olarak kabul görüp, okutuldu. Dahi bir çocuktu. Küçük denilebilecek bir yaşta (21) Wittenberg üniversitesinde Grekce profesörü olarak çalışıyordu. Aslında Luther ile Melanchthon’un ilişkisinin bir başka boyutu da şundan kaynaklanıyordu: Melanchthon Luther’e Grekçe öğretmişti. Luther’in düşüncelerini ve teolojisini düzenlemesinde de yardımcı olmuştu. Öyle ki; insanlar bunları daha kolay anlayabilsinler. Melanchthon, Luther’e sanki Mesih’in bir elçisiymiş gibi bakıyordu.
Melanchthon, üniversiteye geldiğinde bir Lutheran değildi. Ama kısa bir süre sonra bu akıma katıldı. Luther’e saygı duyan ve destekleyen bir kişi oldu. Kutsal Kitap dersleri vermeye başladı. Bu iki değerli kişiye ait bir hikaye var. Bu hikayeden de Luther’in Melanchthon’u ne kadar çok sevdiğini ve ne denli saygı gösterdiğini anlamak mümkün oluyor.
Melanchton, Pavlus’un 1. Korintliler’e yazdığı mektupla ilgili ders veriyordu. Luther de bu derslerin ne kadar harika olduğunu duymuştu. Dersler bittiğinde öğrencilerden bu notları istedi. Melanchthon’dan habersiz Luther, bu notları alarak bir kitap olarak yayınladı. Melanchthon ise buna itiraz etti. Luther: “Umurumda bile değil. Bunlar o kadar iyi ki, herkese dağıtmalıyız.” dedi. Luther bunu üç kez daha tekrarladı.
Tüm bu hikayeler Luther’in ne kadar değer verdiğinin ve saygı duyduğunun resmidir. Aslında Melanchthon da küçük yaşta iken Luther’in öğretisine bağlı kalmıştı. Melanchthon’un yazdığı İnanç Bildirgesini okuduğumuzda, Luther’in öğrretilerine ne kadar benzer olduğunu fark etmemek mümkün değildir. Fakat onun yazdıkları, Luther’in yazdığının bir kopyasıydı, kendisi değildi.
Melanchthon büyüdükce, teoloji konusunda kendi vurgulamak istediklerini keşfetti. Teolojik olarak üzerinde durduğu noktalar, Luther’in üzerinde durduğu noktalarla aynı değildi. Wittinberg üniversitesindeki öğrenciler bir süre sonra Luther’e gelerek: “Bak! Melanchton bir kitap yazdı. İçinde birtakım şüpheli sözler geçiyor.” Luther bunların hiçbirini dinlemiyordu.
Sebebi, onu bir oğul gibi sevmesinden kaynaklanıyordu. O ne yaparsa yapsın, hiçbir zaman kendisini reddetmiyecekti. Belki bu konuda Luther biraz daha akıllı olabilirdi. Çünkü 1546 yılında Luther öldüğünde, Melanchthon bu öğretiden daha fazla sapmaya başlar. Luther hayatta iken, Melanchthon bir anlamda kısıtlanıyor ve düşüncelerini açığa vurup, istediği yöne gidemiyordu.
Luther öldükten sonra, Melanchthon teolojik konular hakkında olan birkaç düşüncesini yazıya geçirdi ve bunların açıkca Luther’in öğretileri ile aynı olmadığı görülür. Ama belirtmek gerekirse bu yazdığı öğretiler, kendisinin daha önce yazmış olduğu öğretilerden de farklıydı. Luther’in ölümünden sonra iki grup Lutheranlar ortaya çıkar. Bunlardan bir tanesi, Luther’in öğretilerini çok katı bir şekilde hiç değiştirmeden çoğaltıp, katı Lutheranlardı. İkinci grup ise Philip’ciler diyebileceğimiz gruptu. (Bu ayrım resmi bir ayrım değil, sadece farklı öğretilerin vurgulanması ile beliren bir ayrımdı.)
Melanchthon’un öğretisinin değişmesinden sonraki haliyle, Luther’in öğretileri arasındaki değişiklerde 4 ana fark göze çarpıyordu.
1)Önceden belirlenmişlik: Bugün birçok Lutheranlar aslında bu farkı bilmiyor ama Luther çok katı bir şekilde önceden belirlenmişliği öğretmişti. Luther şunu savunuyordu: “Daha dünyanın başlangıcından önce Tanrı bazı insanları, Kendisine oğul olmaları için üzerlerine sevgisini koymuştu. Onları sevmişti.”
Kısa bir kişisel hikaye anlatmak istiyorum:
Küçük kardeşim bir Lutheran kızla evlendi. Onlar henüz nişanlı iken bir akşam kardeşimle birlikte kızın ailesinin evine yemek yemek için gittik. Kızın babasına Luther’in önceden belirlenmişlik hususundaki görüşünü bilip-bilmediğini sordum. Babası benim bir deli olduğumu, Luther’in böyle bir şeye inanmadığını söyledi. Bense Luther’in “İradenin Tutsaklığı” adlı kitabını ve daha birçok kitaplarını okuduğumu, kendisinin bu düşüncesini çok çarpıcı bir şekilde belirttiğini söyledim. Amerika’da olan birçok Lutheran, onun bu “önceden belirlenmişlik” öğretisine inandığını bilmiyorlardı.
Bu nedenle Melanchthon’un Luther’den ayrılmasını sağlayan en temel öğretilerden bir tanesi idi.
2)Yanlızca İmanla Aklanma: Bu da birçoğunu şaşırtmaktadır. Çünkü Luther öldükten sonra Melanchthon, onun bu konudaki öğretisi üzerinde bile değişiklik yapıp; oynadı. Melanchthon, kişinin inancına göre insan kurtuluş işinde Tanrı ile ortak çalışır. Bu da Luther’in öğretisinden çok farklıdır. Çünkü Luther’e göre aklanma, kutsallaştırılma öğretisinden çok farklıydı. Fakat Melanchthon yaşça büyüdükce, bu iki öğretiyi bir yaptı. Bazı insanların Melanchthon’a neden hain dediklerini belki anlayabiliriz.
3) Melanchthon Rabbin Sofrası konusunda, Calvin’in görüşlerini benimsiyordu. (Bu konuda farklı düşünmesinden ben şahsım adına aslında memnunum) Yani bu Sofrayı oluşturan öğelerde Mesih’in ruhsal varlığını benimsiyordu. Luther’e göre de, Rabbin Sofrası esnasında Rab İsa fiziksel anlamda orada bulunuyordu. Melanchthon bu görüşü red etti ve Ruhsal bir varlık olduğunu söyledi.
4) Martin Luther’in ölümünden itibaren (1546) Almanya’da ortam çok bozuldu. O zamanlarda Almanya 300’ü aşkın yerel yönetimlerden oluşmaktaydı. Bu eyaletlerin prensleri (katı) Lutheran olmuş kişilerdi. Bu prensler Katolik öğretisinden gelebilecek olan herhangi bir tehlikeye karşı kendi aralarında bir birlik oluşturmuşlardı. Luther öldükten sonra, karşısında muhakeme olduğu V. Charles çok sürpriz bir saldırıyla, birlik kurmuş prenslere karşı atağa geçer. Bu savaşın ismi: “Smalcald” idi. V. Charles ve Katolikler bu savaşı kazandılar. Aslında şaşılacak olan şey de şuydu: Lutheran prenslerden biri, diğerlerini ele vermiş olabilirdi. Prens Philip’in iki eşi vardı. Bu konuyla ilgili başı derde girmişti. Zira bu Almanya’da yasa dışı birşeydi. V. Charles bu prense gidip şöyle dedi: “Ya kendi makamından inersin; ya da savaş sırasında diğer prenslere yardıma gitmezsin.” Bu savaş sonrasında Katolikler kısa sürede zafer kazanıp; tüm Almanya üzerine hükmettiler. İmparator bu savaştan sonra Lutheranlarla bir nevi dini bir anlaşma yapmaya çalıştı. Bütün Lutheranların Katolik tarzında tapınmalarında ısrar etti. Fakat aynı zamanda Lutheran din görevlilerinin evli kalmalarına da izin verdi. V. Charles daha bu anlaşmayı yaptığında, Trent Konseyinden resmi bir karar çıkmasını bekliyordu. Ve bu karar çıkana kadar, kendisi Lutheranlarla geçici bir anlaşma yapmıştı. İşte Melanchthon konusunda en büyük sorun şuradaydı: Kan akıtılmasını durdurmak için papanın isteğine destek çıkması ve bütün Lutheranlara yüreklerinde bir Lutheran olarak kalmakla beraber, Katolik olarak tapınmalarını söylemesi……Melanchthon’a bu nedenle “işbirlikci” denir. Melanchthon’un, Lutheranların amacını bu şekilde satmasıyla, aralarındaki farlıklıklar daha da büyür.
Fakat Katoliklerin kazandığı bu zafer çok uzun sürmez. Bütün Lutheran prensler bir araya gelerek karşı saldırıya geçerler. Savaş başlar. Bu savaş öylesine ilerlemiştir ki; V. Charles savaşmaktan yorulur ve “savaşmayı bırakıyorum!” der. V. Charles çok ilginç bir kişidir. Çünkü imparatorluktan hiçkimse kendi isteğiyle çekilmemiştir. Artık o kadar yorulmuştu ki; savaşı bırakmış, imparatorlukan vaz geçmiş ve bütün hayatı boyunca huzurlu yaşayabilsin diye kendisini bir manastıra kapatmıştı.
Bu savaş 1555 yılına kadar devam etti. Bu savaşın sonunda Katoliklerle Lutheranlar, resmi bir anlaşmaya vardılar. Tarihte ilk olarak Katolikler, Lutheranların yasal bir din olabilmesi konusunda izin verdiler.
Soru: İlk Protestanlık Lutheranlıktır diyebilir miyiz?
Yanıt: Evet!Sorunun devamı: İlk Protestan adı ne zaman kullanıldı?
Yanıt: Lutheran ismi, kişilerin onun öğretilerini takip etmelerinden dolayı verilmişti. Protestanlık kelimesinin kullanıldığı ilk tarih 1526 yılıydı. Bu kelimenin çıkış yeri ise prenslerin Katolik kilisesini protesto etmeleri sonucunda verilmişti. Daha sonra bu terimin anlamı genişleyerek; hem Lutherancıları, hem de Reformcuları kapsamıştı. İlk Protestanlar Lutheranlardı.
Soru: İngiltere’de yapılan Reformasyon hareketinin hangi zaman aralığında olduğuna dair bir açıklama yapar mısınız?Yanıt: Aslında İngiltere’de yapılan Reformasyon, Reformasyonun 3. hareketini oluşturmaktadır. Ki bunların birincisi Lutheranlar, (1517 yılı ve sonrasında) ikincisi Reform Hareketi, (ki Calvin’i kapsar: 1530’lu yılların sonlarında başlar) üçüncüsü de (1547) İngiltere’de olandı. Üçüncü Reform hareketi 1540’lı yılların sonunda başlamış olmasına rağmen; daha sonra durur. Kraliçe Mery 5 yıl boyunca Katolikliğe geri dönmüştür. Böylece de Reform hareketinin ilerlemesi yavaşlar. Bir dizi savaş sonrasında Katolikler ve Protestanlar 1555 yılında bir anlaşmaya varırlar. Bu anlaşmaya göre, (300 ayrı eyaletten daha önce bahsetmiştik) bu bölgede hüküm süren kişinin dini uyarınca tapınılacaktı. Yani yöneten prens Katolikse halk o inanca göre, Lutheransa da Lutheran öğretisine göre tapınılacaktı.
Yani 1517 yılından itibaren başlayan mücadeleler sonucu 1555 yılında Lutheranlık artık Almanya’da resmi bir din olarak kabul edildi. Ve verilen bu uzun mücadele kazanılmış oldu. Her ne kadar kadar Katoliklerle yapılan bu savaşı kazanmış olsalar da, mücadele vermeleri gereken bir başka şey daha vardı. Bu da kendi içlerindeki savaştı. Yani burada artık katı Lutherciler ile Philip’cilerle güçlü bir ayrımcılığa girmişlerdi. Bu iki gruplaşmayı 1577 yılına kadar çözümleyememişlerdi. Bunun adı da: “Concord Çözümü” idi. Bu önerilen çözümde Luteranlık artık tamamen tanımlanmıştı. Concord Çözümü diye ortaya çıkan anlaşma sanki, her iki tarafın da biraz kendinden ödün vererek ulaştığı bir anlaşma idi.
Ödün verilen inançlardan bir tanesi önceden belirlenmişlik öğretisi idi. Bu anlaşmada önceden belirlenmişlik inancı, kesinlikle Lutherinkine benzemiyordu. Çok yumuşatılmış ve zayıf bir önceden belirlenmişlik’di.
Kısacası tüm bu söylediklerimiz Luther ve Lutheranlıkla ilgili gelişime dair olan gerçeklerdir. Ve Luther’in bu hareketi nasıl onaylamadığını gösteriyor.
Soru: Peki bugünkü Lutheranların Kurtuluşlarına ilişkin öğretileri nasıl? Hala Tanrı’nın Lütfuna herhangi birşey eklemeleri gerektiğine mi inanıyorlar?Yanıt: Korkarım ki bir anlamda evet. Çoğu modern Amerikalı Lutheranlar, kurtuluşlarına kendi güçleri ile birşeyler eklemeleri gerektiği inancını taşıyorlar. Fakat buna rağmen çok küçük bir grup da olsa, Luther’in öğretisine bağlı kalanlar var.
Soru: Avrupadaki durum nedir?
Yanıt: Avrupa’da Lutheranlık bir devlet dini haline gelmiştir. Çok az Müjdesel Lutheranlar bulunmaktadır. Aslında Avrupa Hristiyanlığı çok geride bırakmış bir bölgedir. Çünkü Avrupa’nın büyük bir kısmı düzenli olarak kiliseye gitmemektedir. Her ne kadar Alman devleti ile Lutheran kilise arasında bir alaka bulunsa da; bu küçük kilisenin öğretisi ile Luther’in öğretisi ile kesinlikle bağdaşmıyor.
Soru: Avrupadaki Lutheranizmden bahsederken, devlet dini demekle neyi kasdettiğinizi açıklar mısınız?
Yanıt: Ör: İngiltere’de devletin (yönetimin) bir kilisesi vardır. Bu Anglikandır. Bu kilisenin vaizinin maaşını devletin kendisi öder. Bir kilisenin vaizinin kim olacağı konusunda da yine devlet söz sahibidir. Bir başka örnek: Amerika’da, devletle kilise arasında kesin bir ayrılık vardır. Ama bu Avrupa için geçerli değildir. Bence kilise ile devletin birleşmemesi gerekir. Çünkü böyle bir birleşim meydana geldiğinde devletin baskısı, kilise üzerinde fazlalaşır. Böylece de kilisenin canlılığı yok olur. Bence Avrupa bu konu nedeniyle çok fazla acılara maruz kaldı.
Sorunun devamı: Luther’in bu konuda bir fikri var mıydı? Var ise bu fikri neydi? (Yani devletin bir dini olması konusunda)
Yanıt: Aslında evet vardı. Kilise ve devletle aralarında bir ilişki olması konusunu güçlü bir şekilde desteklemişti. Çünkü Lutheranlığın ilk başlama şekli, bazı prenslerin bu inancı kabuluyle başladı. Bu prensler de bulundukları yönetimin başı idiler. İşte bu prenslerin tekrar Lutheranlığı benimsemesi ile, kendi yönetimleri altında bulunan halkı da bunu benimsemiş ve böylece Lutheranlık tüm İskandinav ülkeleri arasına yayılmıştı.
Soru: Luther hakkında bir iddia vardı: prenslerle fikir birliğine girerek, köylülerin öldürülme olayında onları desteklediği söyleniyordu. Bu sizce doğru mu?
Yanıt: Evet doğru. Ama buna biraz açıklama getirmem gerekir. Bu çok önemli bir sorudur. 1524’lü yıllarda tüm Almanya’da köylülerde büyük bir toplu ayaklanma söz konusuydu. Aslında Almanya’da kurulu olan düzen çok zayıf ve yarar getirmeyen bir düzendi. Bu köylüler tarla sahiplerine çalışırlar ve bütün yetiştirilen ürünleri tarla sahipleri toplardı. Bunun karşılığında da tarla sahibinden koruma alırlardı. Ürünlerden sadece kendisine yetecek olan kısmını kendisinde tutar; diğer kısmını tarla sahibine verirdi.
Luther’in zamanında hiç şüphe yok ki arsa sahipleri çalıştırdıkları köylülere karşı çok katıydılar ve kötü davranıyorlardı. 1524 yılında Luther arsa sahiplerinin köylülere karşı yapmış oldukları bu haksız davranışlarına karşı durarak, köylülere destek vererek bir anlamda yönlendirmeye çalıştı. Luther: “her ne kadar tarla sahipleri size haksız davranıyorlarsa da, Mesih sizlere diğer yanağınızı dönmemenizi, ve işverenlerinize karşı silahlanmamanızı söylüyor. “ der. Bu yüzden de 1524 yılında yazdığı kitapta prenslere, köylülere daha adil daranmaları gerektiğini söylediğinde, aynı zamanda da köylülere de prenslere ya da tarla sahiplerine karşı gelmemeleri gerektiğini söylemişti. Köylüler Luther’i dinlemeyip karşı saldırıya geçerek, birçok kişiyi öldürdüler. Bunun üzerine Luther başka bir kitap yazdı. Herkesi, başkaldıran her tür köylüyü öldürmeye teşvik etti. Bunun sebeplerinden biri: Luther’in sözlerini dinlememiş olmaları, ikincisi de: Kutsal Kitap öğretisini göz ardı etmiş olmaları idi.
Her ne kadar daha önceden köylüleri desteklemiş olsa da, bu davranışlarından ötürü fikrini değiştirerek prenslerin tarafına geçerek böyle bir görüş savundu. Aslında burada birşey daha eklemeliyim:
Köylüler yakalandıktan ve bazıları öldürüldükten sonra Luther, tüm dikkatini arsa sahiplerinin disipline edilmesine verdi. Çünkü sanki çok gaddarca davranmışlardı. Bu aslında çok karmaşık bir soru. Zira Kutsal Kitap bizlere düşmanlarımız bize saldırdığında diğer yanağımızı döndürmemiz gerektiğini ve hiçbir şekilde bize saldıran birine karşı silahlanmamamız gerektiğini söyler. Luther: “birisi size saldırıyorsa bile, hiçbir şekilde silahlanmamalısınız.” der. Ama unutmayalım ki Luther de kesinlikle mükemmel bir insan değildi.
Soru: Reform hareketinin görüşlerinin 1., 2. ve 3. yy. ile ilişkisi nasıldı? Birbirlerinden kaynak olarak bu görüşlerden yararlandılar mı? Zira Reform hareketine inanmayan bazı kitaplar şöyle diyor: “3-5 adam bir araya gelerek, merak ettikleri sorulara cevap aradılar ve bu öğretişler böyle ortaya çıktı.” Bu kadar basit değil elbette.
Yanıt: Luther’in ana amacı 1. yy. kilisesinin aynı şekilde bir kopyasını ortaya koymak değildi. Kendi içinde bulunduğu yüzyıla uyacak, yer edinebilecek bir kilise ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Aslında 1. yy. kilisesi ile; Luther’in içinde bulunduğu yy.’daki kilise arasında çok büyük farklılıklar var. 1. yy.’daki kilise bir birlik olarak yaşıyorlardı. Fakat bunun 16. yy.’a uymayacağını düşünerek daha farklı bir model benimsedi.
Reform Kilisesi:
Reform kilisesi ile Lutheran kilisesi arasında gerçekten büyük farklılıklar bulunmaktadır. Ör: Lutheranlar, Melanchthon’dan sonra önceden belirlenmişliğe inanmıyorlardı. Ya da vaftiz konusuna. Lutheranlar bir bebeği vaftiz ettiklerinde; o bebeğin tekrar doğduğuna inanırlar. Presbiteryenler vaftiz öğretisine gerçekten büyük bir saygı duyar ve değer verirler. Vaftizin bebeğe yeniden kurtuluş ya da yeniden doğuş verdiğine inanmazlar. En büyük farklılıklardan bir tanesi de bu devlet yönetimine olan tavırlarında yatmakta. Ör: Lutheranlar katı bir şekilde devlete karşı silahlanmamayı, karşı gelmemeyi ve de bilinçli bir şekilde onlara direnmemeye inanırlar. Luther her zaman: “Diğer yanağınızı dönün!” der. Reformcular aslında bunda biraz taşkındırlar. Özel durumlarda halk yönetime biraz karşı gelebilir, ayaklanabilir. Bunu, canları her istediğinde yapamazlardı. Bu ayaklanmanın sebebi makul bir sebepse ve önderleri de kraliyet soyundan gelmişse, bu önderi takip ederek; devlete karşı ayaklanabilirlerdi.
16. yy.’ın başlarında Lutheranlar en güçlü ifadelerini sunuyorlar. Ancak 1550 yılından sonra bu etkinliği Reformcular teslim alıyor. Aslında Reform kilisesinin bir anlamda Lutheran kilisesinden çıktığını anlamak gerekir. Yani Reform kilisesi çoğu zaman Luther’e bakıp saygı duymuşlardır. Anlamamız gereken çok önemli birşey var.
Çoğu zaman Reform kilisesinin Calvin’le başladığı düşünülür. Nasıl çoğu insan Luther’in Lutheranlığı başlattığını düşünürse; Calvin’in de Reform kilisesini başlattığını düşünürler. Bu doğru değildir. Calvin bu süreç içersinde önemlidir ama tek başına değildir. Aslında Reform, dört adamın birbirlerine mektuplar yazarak; teolojik konularda tartışmaları ile başlar. Bunlardan bir tanesi ve önemli bir kısmı Calvin’dir. Diğer kişi Heinrich Bullinger, Martin Bucer, Peter Marter. Bu hareketin içindeki diğer kişileri bilmek de çok önemlidir. Zira insanlar Reform hareketini sadece Calvin’in başlattığını düşünüyorlar. Bu kişilerin birbirlerine yazdığı mektuplar elimizde bulunmaktadır.
-
YazarYazılar
- Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.