DOĞUŞ

  • Bu konu 1 izleyen ve 0 yanıt içeriyor.
1 yazı görüntüleniyor (toplam 1)
  • Yazar
    Yazılar
  • #23870
    Evangelist
    Anahtar yönetici

    Doğuş

    I

    Biliyorum, karanlık benim dünyam!
    Düşünmeden sevmek istiyorum bu yüzden.
    Sevmenin sonuçlarını,
    ödenmesi gereken bedelleri,
    sevgimin enerjisini yönelttiğim varlığın
    buna aldırıp-aldırmadığını düşünmeden seviyorum da…

    Her şey iyi gidiyor aslında;
    çünkü hiç beklemediğim halde
    O da beni seviyor!

    Birlikte yolculuklar yapıyoruz düşlerimde.
    O çok şaşırtıcı biri:
    Suların üstünde yürüyor,
    ölüleri diriltiyor,
    her zaman, her yerde ve herkesi
    doyuracak yiyecekler buluyor…
    Ve beni seviyor…

    O’nun doğuşundaki gizi öğreniyorum sonra!
    O’nun yaşamına ilişkin bir şey bilmek
    ve sonra olağanüstü bir şaşkınlık yaşamak alt/üst ediyor beni…

    Doğduğu kadın, Meryem;
    eğitimli olmaktan çok, erdemli…

    Bilgisi kitaplardan yada papirüs kayıtlarından değil,
    kalbini katıksızca açtığı varlıktan geliyor.
    Güzel.
    Çünkü çirkin olan hiçbir şey zihnine uğramamış.
    Bir pınar gözesi gibi duru mu duru…

    Bir gün o dupduru pınar gözesine
    bir ışık anasının soluğu vurmuş:
    Ne güneşin, ne ayın, ne yıldızların
    ışığıyla bir benzerliği olmayan,
    yakmayan, kavurmayan bir nur…

    Sevdiceğimin annesi
    başlangıçta çok korkmuş bu nurdan;
    eli ayağı kesilmiş ve yığılmış

    Olduğu yere;
    ‘’Tanrım sana sığınırım,’’
    diyebilmiş yalnızca…
    O zaman ışık,
    tandırdan yeni çıkmış bir ekmeğin sıcaklığında,
    yumuşacık bir sesle Meryem’e konuşmuş; ‘’

    Korkma,
    “sığındığın benim’’
    demiş ve
    sevdiceğimin annesine
    güneş nasıl uzanırsa denizlere öyle uzanmış
    ve kaplamış küçücük bedenini…

    II.

    Bazen duadan sonra,
    kibrimden bütünüyle arındığımı bilirim de,
    içime bakarım:
    İçimin dünyadan yoktur bir farkı:

    Dağın, taşın, zeytinlikler,
    karahindibağ çiçeklerinin,
    dikenin, yılanın

    Benden ayrı olduklarını sanırım da
    anlarım
    yoktur dünyadan bir farkım.

    Şaşarım. Gözlerim kararır.
    Kendi kendime derim ki:
    ‘’Bu dış dünya,
    bu korkunç,
    zalim,
    bu zengin,
    bereketli,
    bu güllü-dikenli,
    akrepli- çıyanlı
    dünyanın
    içimdeki dünyayla benzeş
    olduğunu sezen
    b e n s e m,
    Bu benzerliğe şaşıran K İ M?

    Ah, biçare aklım karışır,
    sanki yönümü yitiririm.
    Yaratana seslenirim sessizce;
    ‘’Rabbim beni kuşkulardan
    ‘’Rabbim beni cevapsız sorulardan
    ‘’sen koru; sana sığınırım.’

    Bazen,
    duadan sonra,
    kibrimden bütünüyle arındığımı bilirim de
    içime bakarım:
    içimin yoktur dünyadan bir farkı.
    O zaman korkarım
    Gelecek sonsuz korkunç sorulardan….

    Bazen
    duadan sonra,
    geçici bir ferahlama gelir yüreğime
    ama
    hemen sonra
    yorgun,
    dünyayla hırpalanmış
    bir türlü doğmamış bir bebek gibi acılı
    bükülüveririm
    bir sıranın altına.
    Sanki dünya da bükülür benimle…

    Ah dünya! Acılı dünya…
    Aynı düşü görüyoruz belki birlikte;
    Sessizce katlanmak ağırlığa
    Ve dönmek, durmadan dönmek
    kendi, çıkışı olmayan çemberinde…

    III.

    Ama bir gün yüreğimin çobanları
    önlerinde beliren saydam varlığın
    kendilerine söylediği sözleri
    bana taşıdılar.

    Tanrım; neden bir krala değil de
    Çobanlara söyler sözlerini haberciler? ? ?

    O zaman yıldızlara baktım
    Ve gördüm:
    Doğudan batan yıldızın yerinde
    doğmakta olan bir başkası vardı!
    Gördüğüm yıldızla
    gördüğüm düş
    birbirlerini onayladı…

    Önce bilemedim bir yıldızın doğumu
    neden yerinden oynatıyor yüreğimi? ..
    Sayısız yıldızın arasından bir yıldıza
    biçare kalbim
    neden umut besliyor?

    Ben ki, ağzından çıkacak bir sözcüğe
    kralları, sultanları ve nedimeleri baktıran
    yıldızbilimcisi;
    dünyalığını yapmış, yoksulluktan bir korkusu olmayan
    bilici;

    B E N

    Neyi beklemekteyim?
    BEN NEYİ BEKLEMEKTEYİM? ? ?

    IV.

    Üç yıldızbilimci
    uzak diyarlardan izleyerek
    doğudan beliren yıldızı,
    sevdiceğimin yeryüzüne mühür basacağı
    topraklara gelmişler.
    Derler ki:
    gecenin ayazı ayaz değilmiş,
    dünyanın tabanında
    mür kokusu yükselirmiş
    ılgıt ılgıt,

    ve sarıp sarmalamış
    çöllerin
    çeliksi soğuğunu…

    Yıldızbilimciler şaşkın ve hayran
    fısıltılarını işitmişler
    çalıların,
    kayaların,
    yıldızların…
    Ve kuşkuya düşmüşler:
    ‘’Bir biz görüyor olabilir miyiz
    dünyanın memelerinden
    bal aktığını!
    ve
    denizde balığın,
    toprakta kuzunun,
    gökte kartalın
    pür dikkat beklediklerini
    dünyaya doğacak olanı?
    Kör olabilirler mi bunca insan,
    develer bile bir yağmurun yağacağını
    sezdikleri gibi
    sezerlerken
    gelecek olanı
    bunca akıllı,
    bunca inançlı,
    bunca hikmetli
    insan
    nasıl sezmez, nasıl görmez
    gökyüzünden çereğalar akacağını? ’’
    diyebilmişler.

    Ah, sevdiceğim;
    Neden sonra öğrendim ki,
    melekler indirirlerken
    gökyüzünü
    gündüzden geceye
    yere;
    ay ve güneş
    kurşun akıtılmış kulakların
    duyamayacağı
    pes seslerden selamlarken
    senin
    göğü yararak akan
    yıldızsı işaretini;
    insanlar uyumuş,
    krallar uyumuş,
    kaşifler,
    tarih yazıcıları,
    anneni handa ağırlamayan hancı
    senden önceki herkes
    seninle
    yalnız SENİNLE
    UYANMAK üzere
    O
    gece

    U Y U M U Ş L A R…

    V.

    Ah, herkesin uyuduğunu söyleyen
    sen
    bilsen
    nasıl bir düğün kurmuştu gökler!
    Yıldızlar,
    turunçlar,
    hurmalar,
    zeytinler kadar
    yakındılar
    toprağa.
    Ve biz
    yırtıp attık bu sarhoşlukla
    gök haritalarımızı.
    Gidip tapınmak istedik
    ete,
    kemiğe,
    ve kana
    dönüşen
    bu nura.

    Çünkü biz bildik
    göğün haritasını
    pare pare dağıtıp
    birleştiren güç
    bir bebek
    suretinde;
    henüz sözsüz,
    dile gelmemiş,
    ılık,
    kuzu bakışlı
    bir insan yavrusu görüntüsündeyken
    Bir melek ordusu
    gözümüzü
    bir daha hiçbir nesneye
    bakmak istemeyen
    bir hale koyuyor
    ve
    kulaklarımız
    tek bir sesin
    tınısıyla
    titriyordu.

    VI.

    Sevdiceğim;
    Fal tasları kırıldı;
    korkunç yanıyla uzak,
    güzel yanıyla yakın dünya
    kalbimize sokuldu.

    Artık içimde bir çarmıh var!
    İçimde Herod’lar var
    ve
    SEN varsın,
    Hep sen:
    zaman zaman
    gülümseyerek
    ölümlü yolların
    ötesini işaret eden,
    zaman zaman
    içimdeki çarmıha
    defalarca gerilen…

    Bazen seni yaşamak ağır geliyor;
    çünkü bilirsin
    en lezzetli şeyler
    en zararlı olanlardır;
    ve sen uzağındasındır hep onların.
    Ama, sık sık nefsim çekilir benim onlara,
    Ve nerede olurlarsa olsunlar, gider bulurum;
    Her gidişimde o sahte cennetlere;
    ‘’Az bir zaman kalacağım,
    bir lokmacık tadacağım,
    ve döneceğim hemen’’ der,
    uzun uzun,
    tadını çıkara çıkara
    kalırım
    o Herod diyarlarında…

    Bilirim sen çarmıhtasındır o an bir yerlerde,
    Bense aklımın aydınlığını
    puslu yollarda karartmışımdır,
    ve yüreğimin pusulası
    fırıl fırıl dönüyordur:
    Göremiyor,
    duyamıyor,
    hissedemiyorumdur
    v a r l ı ğ ı n ı

    VII.

    Ah, sevdiceğim
    İşte o zaman belirir önümde nefsimin
    Sodom’u, Gomara’sı…
    Kalbimin harabelerinde
    şehvetin baykuşu öter,
    Farkım yoktur
    inanmışların yolunu kesen
    Babil haramilerinden,
    soykırıcılardan,
    sürüye dalan
    kurtlardan
    çakallardan
    kalmaz bir farkım…

    Baktıkça unutkanlığım artar,
    umursamaz olurum merhameti,
    ve cenneti,
    ve sözlerini…

    Artık neysem oyum:
    Pirimatlardan bir goril!
    hükmetmek isteyen,
    yok eden,
    kıran,
    öldüren,
    ç a r m ı h a g e r e n…

    Rab; ben bu muyum?

    Gözleri karardığı anda keyiften,
    onaylanmaktan,
    politikadan,
    sensizlikten
    bir umarım olmaktan
    c a n a v a r l a ş a n
    ben
    sen gelmeden önceki dünyaya
    kendi kendimi s ü r g ü n ederken
    SENİN kalbimde ve dünyada doğduğun an’ı
    yüzlerce kez
    yeniden
    yeniden
    yeniden
    yaratmaya çalışsam
    Sahte cennetlerinden dünyanın
    yorgun düşerek
    a y a k l a r ı n a,
    e l l e r i n e
    ve
    s ö z l e r i n e
    S E N İ N
    son
    bir
    gayretle
    bile
    olsa
    yapışırken
    Doğar mısın yeniden?

    VIII.

    Doğ ya rab!

    Beni savaşlara sürerlerken,
    duyulmamış, görülmemiş
    virüslerle
    kanım zehirlenirken,
    etim kirlenirken
    ve kaçarlarken insan kardeşlerim
    yüzlerinde beliren tiksintiyle benden,
    kendimi
    bırakılmış
    bir yaban domuzu gibi
    çamurların içinde hissederken

    Arı sular gibi ya Rab, doğ içimde…

    Bütün yollarım sana yürüsün.
    Her şey beni terk ederken
    ve ben her şeyi terk etmişken
    beni asla terk etmeyene,
    senin a ş k ı n a
    bir sevinç sapı gibi uzanabileyim,
    tüm yorgun gecelerin ardından
    sana doğayım.

    IX.

    Melekler yeryüzüne indirmişler de geceyi
    Çereğalar içinde yanmış gökkubbe…

    Onca saltanatı, sarayı, konağı
    görmüş,
    kanıksamış
    gözlerimiz
    bir ahıra bakıyor:
    Işıltıların seyrinden sarhoş olmuşuz:
    Evrenin kalbi
    şu
    doğan
    çocukla
    atıyor…
    Dizlerimiz yerdeki samanlara değil,
    sanki gökadalara bükülüyor:
    Üstümüz başımız ışık,
    nur,
    rahmet…
    Kirpiklerimize güneşler değiyor…
    ‘’hoş geldin’’ diyebiliyoruz
    mecali kalmamış sesimizle…
    ‘’hoş geldin ya Rab
    hoş geldin…
    hoş geldin….’’

    Metin Mintaz

1 yazı görüntüleniyor (toplam 1)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.