Yıkılan Sahte Kumdan Kale, Yapılan Ebedi Dünya – (Duygu’nun Tanıklığı)
Adım Duygu.Küçük bir köyde öğretmen bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldim. Ben mi hayalimde canlandırıyorum yoksa gerçekten öyle miydi bilmiyorum ama yeşillikler içinde, dereleri, buğday tarlaları, kazları, ördekleri, çeşmeleri ile benim için harika bir dünyaydı, bir masal ülkesi gibiydi adeta. Ben ailemin tek çocuğuydum, evimizde de okulda da özel bir yerim vardı. Sanırım kendimi prenses gibi hissediyordum. Küçük bir krallığın hep sevilen, hep şımartılan, ilgi odağı prensesi… Bu şekilde ailemin, arkadaşlarımın gözbebeği olarak, dere kıyılarında, tarlalarda koşturarak, neşe içinde geçti çocukluğumun ilk yılları… Taa ki annemlerin mecburi hizmeti bitip, şehre tayinleri çıkana kadar. Sonrası zor bir adaptasyon süreciydi.Yeni ev, yeni okul, yeni öğretmen, yeni arkadaşlar ve prenseslikten sıradan bir küçük kızlığa geçişin dayanılmaz ağırlığı… Alışmam gereken çok şey vardı ve ben her gün kaçıp köyüme, arkadaşlarıma geri dönmeyi hayal ediyordum.
Halbuki yaşamın bana sürekli bu yeni ve farklı kapıları açacağını, her yeni duruma hırsla adapte olmaya çalışacağımı henüz bilmiyordum. Başarmak, dünyada sevilmeye giden yolda ilk adımdı çünkü ve kimse başarısızları kabul etmiyordu. Ortaokulu henüz bitirmiştim ki yeni bir ortama adapte olmam gerekti.Yatılı okul. Yatılı okul sonrası çoğunluğu kolej öğrencilerinden oluşan bir üniversite.. Sonra daha okul bitmeden içine girdiğim bambaşka bir dünya; çalışma hayatı ve adeta bir cangılı andıran şartları…
Sürekli bir başarıya endekslenmişti yaşamım. Yatılı okul sınavları, matematik dersi bile görmediğim bir okuldan matematik puanı ile öğrenci alan bir bölüme girişim, orada gene başarıyla okumam, aileme yük olmamak ve bir an önce yaşama hazır olmak için okurken çalışmaya başlamam, tüm bunların bir arada yürümesi, daha iyi bir iş teklifi, iyi bir evlilik, mutlu bir aile yaşamı ve gurur duyulan bir evlat. Yaşamım harikaydı… Çok iyi konumda olduğum bir işim, sürekli çıktığımız seyahatler, etrafa saçılan pahalı hediyeler, neredeyse sahip olmak üzere olduğumuz evimiz, evimizin önünde arabamız, haftada en az iki kere buluştuğumuz arkadaşlarımız vardı … Tabii bu arada Tanrı’yı düşünecek isteğim de, vaktim de yoktu. Bir yerlerde bir
Tanrı vardı ama çok da benimle ilgilendiğini sanmıyordum. Ben çalışıyor ve başarıyordum, bazen doğru yollardan ,bazen kısa yollardan… Önemi yoktu, ben yaşam oyununda öndeydim.
Fakat bir gün bu harika kumdan kale yıkıldı.
Tüm Türkiye’yi etkileyen ilk ekonomik krizi bir şekilde atlatmıştık ama ikincisine yenik düştük. Önce işimi kaybettim, sonra borçlarını ödeyemediğim için evimi. Ve ödeme gayreti ile yüklendiğim kredi kartları da ayrı bir felaketti tabii. Harika olduğunu düşündüğüm evliliğim de yenik düştü bu ve bunun getirdiği ağır şartlara. Birdenbire otuz yaşın üstüne çıkmış ve yaşamı artık oturmaya başlamış bir kadından; evsiz, işsiz, ailesiz, bankalarla mahkemelik, ailesinin tüm umutlarını boşa çıkarmış ve daha kötüsü yaşamdan hiçbir ümidi kalmamış bir kadına dönüşüm…
O dönem uykusuzluk ve yemek yiyememe problemlerim başladı. Öyle mutsuz ve öyle umutsuzdum ki, herkesin hakkımdaki tüm umutlarını boşa çıkarmıştım … Okuduğum okullar anlamsızdı çünkü iş bulamıyordum, eşimle kurduğumuzu sandığım dünya anlamsızdı çünkü uğruna savaşılmamıştı bile, ailem gözlerinde umutsuzlukla bakıyorlardı yüzüme çünkü tüm hayallerini yıkmıştım, aslında hiçbir şeyi başaramamıştım ben ve o çok sevdiğim arkadaşlarım da yok olmuşlardı tek tek… Yapayalnız kalmıştım…
Ve en ümitsiz zamanımda Rab’bi tanıdım. Yaşamımda önemli yeri olan bir arkadaşımın İsa’ yı izlediğini öğrendikten ve O’nunla yaşam, sevgi, inanç, ruh, cennet, merhamet, bağlılık gibi kavramları konuşmaya başladıktan sonra, yaşamımı üzerine kurduğum kumdan kalenin tamamen dünyasal değerlerle örülü olduğunu fark ettim. Ben yiyor, içiyor, geziyor, eğleniyor ve yaşadığımı sanıyordum. Yaşantım herkes gibiydi aslında ; kendimce “beyaz” saydığım yalanlar, yaşamımı sürdürmek uğruna kölesi olduğum günahlar, zor zamanlarda çıkış yolu olarak gördüğüm metotlar, hepsi benim içinde yuvarlandığım çamurumun bir parçası gibiydi. İşin kötü yanı ben hiçbir şeyin farkında değildim, sadece yaşıyordum, daha doğrusu yaşadığımı sanıyordum…
Oysa bu arada Rab yüce planını işletiyordu ve antlaşmasını hatırlıyordu. “Beni tüm kalbinle, tüm yüreğinle ararsan bulacaksın”. Üstelik Rab’ bin sözü bizimkiler gibi güvenilmez de değildi…
Ve ben aramaya başlamıştım. Bir gün incilturk.com internet sitesi üzerinden Kutsal Kitab’ı okumaya başlamıştım. O yüzden bir arkadaşım bana der ki ; “Rab’ bi internette buldun”.
Evet , bu kişi iyi ve sadık dostum, öğretmenim. Kutsal Kitap okurken üye olduğum internet sitesinin sahibi ve Samsun Kilisesinin Pastörü beni şimdi üye olduğum kilisenin yetkilileri ile tanıştırdı ve onlar aramıştı ; “ Her Pazar Kadıköy ‘de toplanıyoruz, bekleriz sizi” demişti.Ama ben okuduklarımın çok etkisindeydim. Tevrat’ı okuyordum ve Rab’bin on emirini… Neredeyse her günahı işlemiştim ve asla affedilemezdim. Tanrı’nın evinde, onun kutsallarıyla oturmak mı? İmkansızdı benim için…
Oysa hiç ummadığım bir anda Rab cevap verdi arayışıma. Hayatımın belki de en zor gününde, çıkılmaz sandığım bir girdabın içinde, başımı ellerimin arasına almış ve gözyaşı dökerken aniden bir dua okumaya başladım. İstesem de başka kelimeler dökülmüyordu dudaklarımdan, sürekli aynı sözleri tekrarlıyordum; “Ateşlerden geçsem de korkmayacağım, sulardan geçsem de boğulmayacağım, Tanrı benimle…” Nereden duymuştum ben bu sözleri, bir filmden mi ? Bilmiyordum, hiç ama hiç bilmiyordum fakat kendimi an be an daha iyi hissediyordum… Sonra birden başımın üstünde bir el hissettim sanki ve bir ses yükseldi sanki içimden bir yerden “Korkma, seninleyim”… Hiç kimse duymuyordu ama ben duyuyordum; “Korkma, seninleyim”
Ne olduğunu bilmiyordum ve anlamıyordum (Rab İsa ‘nın yanımda olduğunun farkında değildim) ama önemli değildi. Tek önemli olan artık ağlamıyor ve korkmuyordum. Tanrı ne isterse o olacaktı…
İnanılmaz bir şekilde çözüldü problemim. Bayram iznine çıkması gerektiği halde mesaiye kalmış bir kişi, tesadüfen bulunan bir evrak ve benim işim iki saat geçmeden çözülmüş ve durum düzelmişti.
Eve geldim ve ettiğim duayı aradım merakla Kutsal Kitapta ve buldum. Yeşeya 43…
“Korkma” diyordu,
Seni adınla çağırdım, sen benimsin.
Suların içinden geçerken seninle olacağım,
Irmakların içinden geçerken su boyunu aşmayacak.
Ateşin içinde yürürken yanmayacaksın,
Alevler seni yakmayacak.
Çünkü senin Tanrın, Seni kurtaran RAB benim.”
Böylece daha bir şevkle okumaya başladım ve Rab’bin beni tüm günahlarımla kabul ettiği ayeti buldum sonunda…
Matta 18 diyordu ki ;
“Ne dersiniz ? Bir adamın yüz koyunu olsa ve bunlardan biri yolunu şaşırsa, doksan dokuzunu dağlarda bırakıp yolunu şaşıranı aramaya gitmez mi? Eğer onu bulacak olursa, size doğrusunu söyleyeyim, yolunu şaşırmamış olan doksan dokuzu için sevindiğinden daha çok onun için sevinir.”
İşte ben o kaybolmuş koyundum ve Rab beni bulduğu için çok sevinçliydi… Kiliseye gidebilirdim, iman edebilirdim. Çünkü Tanrı diyordu ki ;
Ben sevgiyim Ve “Sevgi sabırlıdır, sevgi şefkatlidir. Sevgi kıskanmaz, övünmez, böbürlenmez. Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolayca öfkelenmez, kötülüğün hesabını tutmaz. Sevgi haksızlığa sevinmez, ama gerçek olanla sevinir.
Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi ümit eder, her şeye dayanır. Sevgi asla son bulmaz …”
Tanrı beni sevmek için şart ileri sürmüyordu. Ne kadar iyi veya kötü olduğum, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, başarısızlıklarım O’nun beni sevmesi için bir kıstas değildi.
Sunhee’yi aradım ve kiliseye gittim . Harika bir toplulukla tanıştım orada. Türkçe ilahilerle Tanrı’yı öven, kadınlı erkekli bir arada ibadet eden ve Tanrı’nın sözünü okuyan, ilk saniyeden itibaren beni gerçek aileme kavuşmuş gibi hissettiren bir toplulukla… Rab’bin halkıyla … Sunhee, İsa’dan neredeyse yedi yüz yıl önce, Yeşeya Peygamber tarafından sözleri okuduğunda
artık kimin saçlarımı okşadığını biliyordum, kimin yanımda olduğunu, beni canını verecek kadar sevenin kim olduğunu…
*****
Şimdi birtakım insanlar diyor ki “İsa varsa ve Tanrı’nın oğluysa bir mucize göstersin, inanalım” . Çarmıhta da öyle söylemişlerdi. Ama İsa Rab’bin muhteşem planını uygulamak dışında bir mucize göstermedi mucize bekleyenlere. Ölümünü ve üç gün sonra dirilmesini, öldüğü an tapınağın depremle sarsılmasını, iyileştirdiği hastaları, ölümden döndürdüklerini saymazsak…
Ve dedi ki “Görmeden iman edene ne mutlu” Bizler görmeden iman ettik ama bu bizim değil Kutsal Ruh’un başarısıydı. “Adını avuçlarıma yazdım” diyen Rab İsa’nın lütfuydu. Ben lütufla kurtuldum. Rab bana en önemlisi korkmamayı öğretti ; yalnızlıktan, sevilmemekten, kabul edilmemekten… Tövbe etmeyi öğretti, günahtan kaçınmayı ve nefret etmeyi… Ve sevmeyi öğretti, dostumu, hatta düşman saydıklarımı sevmeyi, ve affedebilmeyi öğretti, Rab benim yüreğimi yumuşattı.
Evet biz görmeden iman ettik çünkü iman budur, kalbinle, ruhunla, aklınla, mucize beklemeden, tüm evrenin bir mucize olduğunu bilerek ve hayatında her gün oluşan mucizeler için şükrederek yaşanır…
Amin…
(İsviçre İncili Kilisesinden alıntı)